Abdussamet Aydemir
11 Kasım 2025 · 163 dakika
NORMDAN KODA: TÜRK HUKUK SİSTEMİNDE BLOK ZİNCİRİ, AKILLI SÖZLEŞMELER VE NFT’LERİN HUKUKÎ VE FELSEFÎ ANALİZİ
1.1. BLOK ZİNCİRİ TEKNOLOJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE FELSEFÎ ARKA PLANI
Dijital çağın hukuk düzenine getirdiği en radikal dönüşüm, hiç kuşkusuz “güven” kavramının yeniden tanımlanması olmuştur. İnsanlık, binlerce yıl boyunca güveni önce toplumsal sözleşmeye, ardından devlet otoritesine, nihayetinde de hukuk kurumuna dayandırmış; dolayısıyla güven, daima insan iradesiyle ilişkilendirilen bir inanç kategorisi olarak varlık göstermiştir. Ne var ki, bilgi çağının hızla merkezsizleşen yapısı, bu inanç sistemini temelden sarsmış; doğruluğun ve güvenin kaynağını beşerî iradeden değil, sistemsel işleyişten türeten yeni bir düzen fikrini doğurmuştur. İşte blok zinciri teknolojisi, bu tarihsel kırılmanın en somut tezahürü olarak, güvenin artık bir otoriteye değil, algoritmik bir düzenin sürekliliğine dayanabileceğini ileri sürmüş; böylece hukukî güvenin metafizik boyutunu teknik bir yapıya indirgemekle kalmamış, aynı zamanda onun epistemolojik zeminini de dönüştürmüştür.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında vurgulandığı üzere, blok zinciri sisteminin doğuşu, insanın otoriteye duyduğu güvenin yerine matematiksel kesinliği ikame etme çabasının sonucudur. Zira bu teknoloji, “devletin teminatı altındaki güven” anlayışını aşarak, güveni sayısal kanıtla doğrulanabilir hale getirmiştir. Artık doğruluk, beyanın değil, verinin işlevsel bütünlüğüyle ölçülmekte; bu da “doğruluk” kavramını etik bir değer olmaktan çıkararak, teknik bir sonuç haline getirmektedir. Bu yönüyle blok zinciri, felsefî olarak Hobbes’un “otorite güveni” paradigmasından Rousseau’nun “sözleşme güveni” anlayışına, oradan da çağdaş dönemin “algoritmik güven” biçimine geçişi temsil eder. Hukuk düzeni bakımından bu değişim, güvenin öznesini devletten sisteme, dolayısıyla insandan makineye kaydırmakta; bir başka ifadeyle, “meşruiyetin kaynağı” kavramını radikal biçimde yeniden inşa etmektedir.
Bu bağlamda blok zinciri, teknik bir yenilikten çok, bir hukuk felsefesi fenomeni olarak değerlendirilmelidir. Çünkü burada asıl mesele, teknolojinin ne yaptığı değil, yaptığını yapma biçimidir. Sistem, güveni bireysel iradeye değil, dağıtık mutabakata dayandırarak, toplumsal düzenin kökensel ilkesine müdahale etmektedir. İnsanlığın hukuk tarihindeki tüm normatif yapılar, nihayetinde bir “tekil merkez” üzerine inşa edilmiştir; yasa koyucu, hâkim, noter, arabulucu yahut devlet, daima bu merkezin somut tezahürleri olmuştur. Oysa blok zinciri, “merkezin varlığını” değil, “merkezin gerekliliğini” tartışmaya açmıştır. Artık doğruluk, merkezi bir iradeden değil, ağın kolektif bilincinden doğmaktadır. Bu yönüyle sistem, insanın ürettiği hukukî düzeni tersine çevirerek, bir tür matematiksel sözleşme teorisi inşa eder.
Blok zinciri teknolojisinin ardındaki bu felsefî altyapı, esasen “kriptografik güven” kavramı etrafında şekillenmiştir. Kriptografi, bilgiye ilişkin hakikati koruma sanatı olarak tarih boyunca gizliliğin teminatı olmuşken, blok zinciriyle birlikte ilk kez “gizliliğin değil, şeffaflığın aracı” haline gelmiştir. An Overview on Smart Contracts çalışmasında ifade edildiği üzere, kriptografik yöntemler, sistemin yalnızca bilgi güvenliğini değil, doğruluk rejimini de tesis eder. Bir işlemin geçerliliği, artık bir otoritenin onayına değil, matematiksel ispatın değişmezliğine bağlıdır. Bu nedenle blok zinciri, hukukî anlamda bir “tanıklık rejimi” kurar; fakat bu tanık artık insan değildir, sistemdir. Böylelikle, bilgiyle norm arasındaki klasik ayrım ortadan kalkar: bilgi normlaşır, norm ise sayısallaşır.
Bu noktada dikkate değer olan, kriptografinin hukuk alanındaki etkisinin salt teknik güvenlik sağlamaktan ibaret olmamasıdır. Kriptografi, hukukî düzenin ontolojik temellerine nüfuz eden bir kavram haline gelmiş; doğruluk, kanıt ve irade kavramlarının anlamını dönüştürmüştür. Artık bir işlemin gerçekliği, “beşerî beyanın” doğruluğuyla değil, “kriptografik zincirin” bozulmamışlığıyla ölçülmektedir. Bu da, “iradenin beyanı” kavramını zayıflatmakta ve onun yerine “sistemin yürütmesi” kavramını geçirmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, blok zinciri çağında irade, beyanla değil, protokolle açıklanır.
Dağıtık defter yapısının doğası, bu felsefî dönüşümün en somut ifadesidir. Her bir işlem, binlerce düğümün ortak mutabakatıyla kaydedildiği için, hiçbir katılımcı diğerinden üstün konumda değildir; bu da “otorite hiyerarşisinin” yerini “bilgi eşitliğine” bırakması anlamına gelir. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “iktidarın kod düzeyinde dağıtılması” şeklinde tanımlanmıştır. Gerçekten de blok zinciri, bireylerin işlemlerini doğrulamak için herhangi bir merkezi makama başvurmasına gerek bırakmaz; doğrulama, kolektif olarak, sistemin bütünlüğü içinde gerçekleşir. Bu nedenle, klasik hukukta devletin ya da yargının üstlendiği doğrulama işlevi, burada protokolün otomatik onayı biçimini alır.
Bu merkezsiz yapı, yalnızca teknik değil, aynı zamanda normatif bir devrimdir. Çünkü blok zinciri, bireysel beyanın ötesinde bir sistemsel rıza üretir. Ağın her katılımcısı, yalnızca kendi işlemini değil, diğerlerinin işlemlerini de doğrular; böylece hukukî anlamda “ortak irade” kavramı, teknik düzlemde karşılığını bulur. Bu, Rousseau’nun “genel irade” fikrinin dijital biçimidir. Her düğüm, ağın tamamının güvenilirliğine katkı sunduğundan, doğruluk bir kişinin değil, kolektifin eseri haline gelir.
Bu yapı, hukukî meşruiyet kavramını da dönüştürür. Klasik hukukta meşruiyet, yasayı yapanın iradesinden doğar; oysa blok zincirinde meşruiyet, sistemin değişmezliğinden kaynaklanır. Artık kural, iradeyle değil, işlem tutarlılığıyla meşrudur. Bu nedenle blok zinciri, hukukun biçimsel kaynağını değil, işlevsel gerekçesini değiştirmekte; normun kaynağını insan aklından alıp, sistem aklına devretmektedir.
Bu noktada, The Law of Blockchain metninde ortaya konan “lex cryptographia” kavramı son derece belirleyicidir. Zira burada söz konusu olan, kodun bir hukuk normu gibi davranmasıdır. Kod, yalnızca bir aracın değil, bizzat normun kendisinin temsilcisidir. Kod, belirli koşullar altında belirli sonuçlar doğurur; bu, hukukun öngörülebilirlik ve bağlayıcılık ilkelerinin teknik karşılığıdır. Ancak fark şuradadır: hukuk insan yorumuna açıktır, kod değildir. Kod, doğruyu uygular ama adaleti tartamaz. Bu nedenle blok zinciri düzeni, kusursuz işleyen bir doğruluk sistemidir fakat aynı zamanda “vicdanı olmayan bir adalet” biçimidir.
Bu sistemin dayandığı algoritmik güven kavramı, hukukî güvenle kıyaslandığında hem daha katı hem daha kısıtlayıcıdır. Hukukî güven, yanılma olasılığını kabul eder; algoritmik güven, yanılmayı sistem hatası olarak görür. Hukuk, insanın hata yapma hakkını tanır; algoritma, hatayı imkânsız kılmak ister. Böylece, insanın ahlâkî sorumluluk alanı daralırken, sistemin teknik sorumluluğu genişler. Bu durum, doğrulukla adalet arasındaki klasik dengeyi bozar: sistem doğruluğu maksimize ederken, adaleti otomatikleştirir.
Sonuç itibarıyla blok zinciri teknolojisi, hukuk düzeni bakımından yalnızca yeni bir araç değil, yeni bir düşünme biçimidir. Bu teknoloji, beşerî güveni ortadan kaldırmamış, onu algoritmik güvenin içinde yeniden tanımlamıştır. Artık hukukî güvenin temeli, yasa koyucunun niyetinde değil, sistemin değişmezliğindedir. Fakat bu değişmezlik, aynı zamanda hukukî esnekliğin sonunu da getirir. Çünkü insanın yorum hakkı ortadan kalktığında, hukuk yalnızca bir veri yapısına indirgenir.
Binaenaleyh, blok zinciri ne bütünüyle teknik bir sistemdir ne de tamamen hukukî bir düzen. O, insan iradesiyle matematiksel kesinlik arasında kurulan geçici bir denge noktasıdır. Bu denge, çağımız hukukunun belki de en temel sorusunu yeniden hatırlatır: Hukuk, insanı mı anlamalıdır, sistemi mi? Blok zinciri bu soruya, sessiz ama kesin bir yanıt verir: Sistem yanılmaz, fakat anlamaz.
1.2. BLOK ZİNCİRİNİN TEKNİK VE YAPISAL MİMARİSİ
Blok zinciri teknolojisinin temel özelliği, bilginin tek bir merkezde değil, birbiriyle senkronize çalışan sayısız düğüm arasında dağıtılarak saklanmasıdır. Bu yapı, ilk bakışta yalnızca bilişim alanına özgü bir veri organizasyonu gibi görünse de, gerçekte hukuk düzeninin kavramsal dayanaklarına dokunan bir paradigma değişimini temsil etmektedir. Zira blok zinciri, yalnızca bir “veri saklama” mekanizması değildir; o, aynı zamanda doğruluk, güven, ispat ve değişmezlik kavramlarını teknik düzleme taşıyan dijital bir normatif altyapıdır.
Bu sistemin temelinde “blok” adı verilen veri birimleri bulunur. Her blok, kendinden önceki bloğun özeti olan bir hash değeri içerir; böylece zincir, ardışık olarak birbirine bağlanır ve geriye dönük bir bütünlük oluşturur. Blockchain-Based Smart Contracts ve The Law of Blockchain kaynaklarında ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere, bu hash değerleri yalnızca birer matematiksel fonksiyon değil, sistemin “doğruluk zinciri”ni oluşturan temel normatif öğelerdir. Çünkü hash, bir işlemin içeriğini gizlemekle birlikte, o işlemin değiştirilmediğini kanıtlar. Dolayısıyla blok zinciri, bilgiye ilişkin değiştirilemezlik ilkesini teknik olarak garanti altına alır; bu özellik, klasik hukukta delil güvenilirliği ve kayıt bütünlüğü ilkeleriyle aynı amaca hizmet eder.
Her bir blok, işlem verileriyle birlikte bir zaman damgası (timestamp) taşır. Zaman damgası, yalnızca teknik bir meta veri değildir; o, zincirin tarihsel sürekliliğini belirleyen ve her işlemi kronolojik olarak doğrulayan bir yapı taşır. Bu yönüyle blok zinciri, zamanı doğrulayan bir mekanizma olarak hukukta “fiil tarihi” kavramına teknik bir karşılık getirir. İşlemin gerçekleştiği an, taraf beyanına veya üçüncü bir otoriteye bağlı olmaksızın, sistemin kendi mutabakat mekanizmasıyla belirlenir. Bu durum, klasik hukukta zamanın ispatına ilişkin ihtilafları ortadan kaldırdığı gibi, işlemin oluştuğu ana ilişkin objektif bir zaman standardı yaratır.
Blok zincirinin teknik mimarisi, yalnızca blokların birbirine bağlanmasından ibaret değildir. Bu yapının omurgasını oluşturan asıl unsur, konsensüs algoritmasıdır. Konsensüs, sistemdeki tüm düğümlerin bir işlemin doğruluğu konusunda uzlaşmasını sağlar. Ancak burada söz konusu olan uzlaşma, klasik anlamda bir fikir birliği değil, matematiksel bir tutarlılıktır. S3-DAO Rodrigues ve Decentralized Finance kaynaklarında belirtildiği üzere, blok zincirinde konsensüs, insan iradeleri arasında değil, işlem kayıtları arasında sağlanır. Böylece blok zinciri, toplumsal uzlaşının teknik bir modelini sunar: Her işlem, ağın tamamı tarafından onaylanmadıkça geçerli sayılmaz. Bu durum, hukukun “karşılıklı rıza” kavramına yapısal bir benzerlik gösterir; zira burada da doğruluk, tek taraflı beyanla değil, sistemsel mutabakatla doğar.
Konsensüs mekanizmasının işleyiş biçimi, sistemin türüne göre farklılık gösterir. En yaygın yöntem olan Proof of Work (PoW) modelinde doğrulama, katılımcıların yüksek hesaplama gücü harcayarak bir matematiksel problemi çözmesiyle sağlanır. Bu yöntem, güvenin enerjiye dayalı bir bedel karşılığında üretildiği bir modeldir. Diğer yandan Proof of Stake (PoS) algoritması, doğrulama yetkisini ağda sahip olunan varlık oranına göre dağıtır; böylece enerji israfını azaltırken, ekonomik risk paylaşımı yoluyla güven sağlar. Bu iki mekanizma arasındaki fark, hukukî düzlemde “emek karşılığı hak” ile “mülkiyet karşılığı yetki” arasındaki farka benzetilebilir. PoW, güveni çalışmayla; PoS, mülkiyetle temellendirir. Her iki durumda da sistem, güvenin beşerî bir otorite tarafından değil, otomatik işleyişle sağlanabileceğini gösterir.
Bu noktada blok zincirinin en dikkat çekici özelliği, verinin merkezi bir noktada saklanmaması, aksine ağın her düğümünde aynı anda çoğaltılmasıdır. Bu çoğaltma, bir bakıma “şahitlerin çoğulluğu” ilkesini teknik düzleme taşır. Klasik hukukta bir belgenin geçerliliği, onu onaylayan tanıkların varlığıyla güç kazanır; blok zincirinde ise her düğüm, birer dijital tanık işlevi görür. Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynağında belirtildiği üzere, bu yapı “dağıtık tanıklık sistemi” olarak adlandırılabilir. Her bir düğüm, aynı verinin bütünlüğünü doğruladığından, herhangi bir kayıt üzerinde tek taraflı değişiklik yapmak sistemsel olarak imkânsız hale gelir. Böylece blok zinciri, yalnızca teknik değil, epistemolojik bir güven modeli sunar: Gerçeklik, otoritenin beyanına değil, çoklu doğrulamanın sürekliliğine dayanır.
Blok zincirinin bu yapısı, klasik hukuk sisteminin bilgiye yaklaşımını kökten değiştirir. Hukukta “doğruluk”, beyanın güvenilirliğiyle; “gerçeklik” ise ispatın ikna ediciliğiyle ölçülür. Oysa blok zincirinde doğruluk, sistemin değişmezliğiyle; gerçeklik ise verinin bütünlüğüyle tanımlanır. Bu nedenle blok zinciri, doğruluğu kanıtlayan değil, doğruluğu üreten bir yapıya dönüşür. Bu fark, hukukî anlamda delil kavramını yeniden tanımlamayı gerektirir: Artık delil, bir beyanın doğruluğunu destekleyen dışsal araç değil, işlemin kendisidir.
Bu teknik yapı, “Merkle Ağacı” adı verilen özel bir veri doğrulama sistemine dayanır. Merkle Ağacı, büyük veri kümelerinin bütünlüğünü küçük özetler aracılığıyla doğrulama olanağı sağlar. Bu yapı, hukukî açıdan “zincirleme ispat” mekanizmasına benzetilebilir. Her alt veri, bir üst düğümde özetlenir; bu özetler birleşerek tek bir kök değeri (root hash) oluşturur. Dolayısıyla zincirdeki herhangi bir verinin değiştirilmesi, kök değerini de değiştirir. Bu sistem, sahte delil üretimini teknik olarak imkânsız hale getirir. Bir diğer ifadeyle, blok zinciri, “ispatın manipülasyonunu” sistem düzeyinde ortadan kaldıran ilk teknolojik mimaridir.
Bu yapının hukuk açısından doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, “veri bütünlüğü” kavramının ilk kez teknik olarak mutlaklaştırılabilmesidir. Klasik hukukta bütünlük, ahlâkî ve kurumsal bir ilkeydi; blok zinciriyle birlikte matematiksel bir ilkeye dönüşmüştür. Artık bir belgenin değiştirilmediğini beyan etmek için tanığa veya noter tasdikine ihtiyaç yoktur; sistemin kendi bütünlüğü bu garantiyi sağlar. NFTs and Corporate Accounting kaynağında ifade edildiği gibi, bu durum, mülkiyetin ve finansal işlemlerin kayıt güvenilirliğini kurumsal yapılar dışına taşır; böylece hesap verebilirlik, beyan edilen değil, gözlemlenebilen bir olgu haline gelir.
Blok zinciri ağlarının hata toleransı da bu sistemin hukuken anlamlı yönlerinden biridir. Herhangi bir düğümün çökmesi veya yanlış veri işlemesi durumunda ağın diğer düğümleri sistemi doğrulamaya devam eder. Bu yapı, hukukî anlamda “idari süreklilik” veya “kurumsal dayanıklılık” ilkesiyle benzerlik gösterir. Sistem, bir bireyin ya da kurumun hatasından etkilenmez; doğruluk, bütünün uyumundan doğar. Bu bağlamda blok zinciri, hatanın bireyselleştirilmediği, kolektif doğruluğa dayanan yeni bir sorumluluk modelini de beraberinde getirir.
Tüm bu unsurlar birlikte değerlendirildiğinde, blok zinciri teknik olarak bir veri yapısı olmanın ötesine geçer; o, doğruluk, güven ve sorumluluk kavramlarını sistemsel işleyişe içkin hale getiren bir normatif altyapıdır. Her işlem, doğruluğunu sistemin kendisinden alır; her kayıt, kendi geçmişinin ispatıdır. Bu yönüyle blok zinciri, hukuk düzeninde kanıtın dışsal olmaktan çıkıp içsel hale geldiği bir dönemin habercisidir.
Bu bağlamda şu sonuca ulaşmak mümkündür: Blok zinciri, hukuk açısından yalnızca “verinin güvenli biçimde saklanması” değil, doğrunun teknik olarak kurumsallaştırılmasıdır. O, klasik anlamda tanığın, noter tasdikinin, hatta kimi zaman hâkim onayının yerine geçebilen bir matematiksel meşruiyet mekanizmasıdır. Artık güven, kelimelerle değil, kodlarla; tasdik, mühürle değil, hash ile sağlanmaktadır. Böyle bir düzende hukuk, ilk kez kendi dışındaki bir sistem tarafından değil, kendi içinde yeniden tanımlanabilen bir yapıya kavuşmaktadır.
1.3. KRİPTOGRAFİK GÜVENLİK, DİJİTAL KİMLİK VE ORACLE MEKANİZMALARI
Blok zinciri sistemlerinin arkasında yatan temel ilke, insan güvenine dayalı toplumsal mekanizmaların yerini, algoritmik güvenin nesnel ve matematiksel biçimlerine bırakmasıdır. Bu dönüşümün kalbinde ise, bir yandan verinin değişmezliğini garanti eden kriptografik güvenlik altyapısı, diğer yandan sistemde kimlik, irade ve temsili sağlayan dijital kimlik sistemleri yer alır. Ne var ki bu iki unsurun arasında, üçüncü ve bir o kadar kritik bir yapı daha bulunmaktadır: oracle mekanizması, yani zincir dışı gerçekliğin zincir içine taşınmasını sağlayan köprü sistemi. Dolayısıyla bu üç unsur — kriptografi, kimlik ve oracle — bir araya geldiğinde, blok zinciri yalnızca bir veri aktarım protokolü değil, kendi içinde “normatif bir düzen üretme kapasitesine sahip otonom bir sistem” haline gelir.
1.3.1. Kriptografik Güvenliğin Temel Mantığı ve Hukukta “İspatın Otomasyonu”
Kriptografi, modern anlamda yalnızca bilgiyi gizlemekle kalmayan, aynı zamanda bilginin doğruluğunu kanıtlayan bir matematiksel yöntemler bütünüdür. Bu yönüyle o, hukukî anlamda delilin fonksiyonuna benzer: doğruluğu ispat eder, ancak içeriği yorumlamaz. Blockchain-Based Smart Contracts ve The Law of Blockchain metinlerinde belirtildiği üzere, blok zinciri sisteminde kriptografi, klasik hukukta tanığın, noter onayının veya resmî kayıt defterinin üstlendiği doğrulama işlevini üstlenir; böylece “kanıtın insan tarafından üretilme” döneminden “kanıtın sistem tarafından otomatik olarak üretilme” dönemine geçilir.
Bir blok zincirinde her işlem, özel ve açık anahtar çiftleriyle imzalanır. Özel anahtar, sahibine ait iradeyi temsil eder; açık anahtar ise bu iradenin doğruluğunu topluluk içinde ispat eder. Bu mekanizma, hukukî anlamda imza kavramının dijital biçimidir. Ancak fark şuradadır: klasik imzada doğrulama, imzayı atan kişinin beyanına dayanırken, kriptografik imzada doğrulama, matematiksel bir işlevin sonucuna dayanır. Yani burada güven, beyana değil, işleme bağlanmıştır.
Bu noktada An Overview on Smart Contracts metninde dikkat çekici bir tespit yer alır: Kriptografi, bir beyanın doğruluğunu değil, değişmezliğini kanıtlar. Dolayısıyla kriptografik güvenlik, “iradenin doğruluğu” yerine “verinin tutarlılığı”na odaklanır. Hukuk açısından bu fark önemlidir; zira hukuk, hatalı iradeyi dahi koruyabilirken, kriptografi hatalı işlemi değişmez hale getirir. Bu nedenle blok zincirinde, bir kez yapılmış hatanın düzeltilmesi mümkün değildir; sistemin mantığına göre, hatasızlık doğrudan değişmezlikten türetilir.
Bu yönüyle blok zinciri, “ispatın otomasyonu” ilkesini gerçekleştiren ilk sistemdir. Klasik hukukta delil, olayın geçmişte meydana geldiğini kanıtlayan dışsal bir araçtır; blok zincirinde ise delil, olayın kendisidir. Her blok, kendi içinde hem fiili hem de bu fiilin ispatını taşır. Böylece delil dışsallaşmaz; sistemin dokusuna içkin hale gelir. Artık hukukî doğruluk, tanık beyanıyla değil, hash zincirinin kopmamışlığıyla ispatlanır.
1.3.2. Öz-Egemen Kimlik (Self-Sovereign Identity) Kavramı ve Hukukî Kimliğin Dijital Dönüşümü
Hukukta kimlik kavramı, kişiliğin taşıyıcısı ve hak ehliyetinin ön koşulu olarak, her türlü hukukî işlemin merkezinde yer alır. Ne var ki dijital çağ, kimliği artık devlet tarafından verilmiş statik bir belge olmaktan çıkararak, bireyin kendi verisi üzerindeki kontrolüyle tanımlanan dinamik bir olgu haline getirmiştir. The Law of Blockchain ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında “self-sovereign identity” (öz-egemen kimlik) olarak adlandırılan bu kavram, blok zincirinin en çarpıcı normatif yeniliklerinden birini temsil eder.
Öz-egemen kimlik, bireyin kimlik verisini merkezi bir otoriteye ihtiyaç duymadan yönetebilmesini ve kimliğini doğrulama süreçlerinde kendi denetimini koruyabilmesini sağlar. Bu yapı, hukukta “kişisel verilerin korunması hakkı”nın teknik bir ifadesi olarak da görülebilir. Çünkü sistem, bireye ait bilgiyi herhangi bir kurumun değil, bireyin kendisinin kontrol ettiği bir defterde tutar. Böylece kimlik, hem dijital hem hukukî anlamda kişisel özerklikle özdeş hale gelir.
Bu modelin hukuk açısından en önemli sonucu, “devletin kimlik üzerindeki tekelinin” zayıflamasıdır. Geleneksel hukukta kimlik, resmî kayıtla sabitlenir; blok zincirinde ise kimlik, kriptografik doğrulamayla ispatlanır. Artık “kim olduğumuzu” belirleyen şey, bir kurumun kaydı değil, özel anahtarımızın matematiksel geçerliliğidir. Böylelikle hukukî kimlik, normatif bir statü olmaktan çıkıp, teknik bir ispat aracına dönüşür.
Ancak bu dönüşüm, kişisel verilerin bütünlüğü ve anonimlik arasında yeni bir gerilim yaratır. Çünkü öz-egemen kimlik sistemleri, bireyin verisini korurken, aynı zamanda bu veriyi doğrulamak için onu ifşa eder. NFTs and Corporate Accounting çalışmasında bu durum “şeffaflık–mahremiyet paradoksu” olarak tanımlanır. Hukukî anlamda bu paradoks, bilgi güvenliği ile veri koruma hakkı arasındaki dengenin blok zinciri düzleminde yeniden kurulması gerektiğini göstermektedir.
1.3.3. Oracle Mekanizmaları: Zincir Dışından Zincir İçine Veri Aktarımı ve Güvenin Yeniden Tanımı
Blok zinciri sistemlerinin bir diğer felsefî sınavı, dış dünya ile ilişkisinde ortaya çıkar. Zira blok zinciri, doğası gereği kapalı bir sistemdir; dışarıdan gelen bilgiyi kendi başına doğrulama yeteneğine sahip değildir. Oysa çoğu akıllı sözleşme, zincir dışı olaylara — örneğin bir malın teslimi, bir borsa fiyatının değişimi veya bir sensörün ölçüm sonucu — dayanır. Bu noktada oracle adı verilen yapılar devreye girer.
Oracle’lar, zincir dışı veriyi zincir içine taşıyan aracı mekanizmalardır. Blockchains and Smart Contracts for IoT ve S3-DAO Rodrigues metinlerinde ifade edildiği üzere, oracle’lar “gerçeklik arayüzü” olarak tanımlanabilir: zincirin dışındaki olayları algılar, bunları kriptografik olarak imzalar ve zincire aktarır. Böylece sistem, kendi dışında gerçekleşen bir olayı, içsel bir gerçeklik olarak kabul eder.
Ancak burada ortaya çıkan temel sorun, güvenin yeniden tanımıdır. Çünkü oracle, blok zincirinin güvene dayanmayan yapısına güveni yeniden sokar. Sistem, kendi kendine yeten bir doğrulama mekanizması olmaktan çıkar; oracle’ın doğruluğuna bağımlı hale gelir. CeFi vs. DeFi kaynağında bu durum “güvenin yeniden doğuşu paradoksu” olarak tanımlanır. Blok zinciri güveni ortadan kaldırmak için doğmuşken, oracle’lar güveni geri getirmektedir.
Hukuk açısından bu durum, temsil yetkisiyle kıyaslanabilir. Oracle, sistem adına işlem yapan bir vekil gibidir; ancak vekaletin sınırları kodla değil, dış dünya olaylarıyla belirlenir. Dolayısıyla oracle hatası, vekilin kusuruna değil, gerçekliğin yanlış algılanmasına dayanır. Bu tür hatalarda sorumluluğun kime ait olduğu belirsizdir; çünkü zincir içinde işlem doğru yürütülmüştür. Böylece hukuk, “doğru işlemin yanlış sonuca yol açtığı” bir alanla karşılaşır.
Oracle sistemleri, teknik olarak üç ana biçimde işler: veri sağlayıcı oracle (data oracle), dış veri kaynaklarını zincire bağlar; durum oracle’ı (state oracle), dış olayların gerçekleştiğini bildirir; eylem oracle’ı (action oracle) ise zincir dışı bir süreci tetikler. Bu mekanizmaların her biri, blok zincirinin hukukî kapasitesini genişletir; ancak aynı zamanda sorumluluk alanlarını da bulanıklaştırır.
1.3.4. Zincirler Arası Mülkiyet Aktarımı ve Köprü (Bridge) Sistemleri
Blok zincirleri kendi içinde bütünlüklü sistemler olsa da, gerçek dünyada çoğu zaman birden fazla zincir arasında etkileşim gerekir. Bu etkileşim, “köprü” (bridge) adı verilen yapılar aracılığıyla sağlanır. Köprüler, bir zincirdeki varlığın başka bir zincirde temsil edilmesini mümkün kılar. The Law of Blockchain ve Decentralized Finance kaynaklarında bu yapı, “varlığın dijital göçü” olarak tanımlanmıştır.
Köprü sistemleri, mülkiyetin blok zincirleri arasında taşınabilir hale gelmesini sağlar; ancak bu süreç, mülkiyetin hukukî doğasına ilişkin yeni sorular doğurur. Bir varlığın bir zincirden diğerine aktarılması, aslında o varlığın kendisinin değil, onun temsilinin aktarılmasıdır. Bu durumda “hangi zincirdeki kayıt” hukukî mülkiyetin esas kaynağıdır? Eğer her iki zincir de kendi içinde geçerli kabul ediliyorsa, bu durum çift mülkiyet riskini doğurur.
Bu problem, hukukta “hakların temsili” kavramını yeniden gündeme getirir. Klasik anlamda bir hak, tek bir nesneye bağlıdır; blok zincirinde ise aynı hak, farklı zincirlerde çoklu temsile sahip olabilir. Bu da mülkiyetin dijital ortamda soyutlaşması anlamına gelir: artık mülkiyet, nesneyle değil, veriyle özdeş hale gelir.
Bu bağlamda köprü sistemleri, yalnızca teknik bir transfer mekanizması değil, aynı zamanda mülkiyetin dijital ontolojisini şekillendiren yapılardır. Mülkiyetin dijital temsili, hukukta “fiilî hâkimiyet” (zilyetlik) kavramının yerini “kriptografik erişim” kavramına bırakmıştır. Bir varlığa sahip olmak, artık onu elde tutmak değil, özel anahtarına erişebilmek demektir. Bu da mülkiyetin hukukî değil, sistemsel bir olgu haline geldiğini gösterir.
1.3.5. Kriptografik İmza, Yetkilendirme ve Dijital Temsilin Hukukî Anlamı
Blok zincirinde her işlem, imzalanmış bir veri bloğu olarak zincire eklenir. Bu imza, klasik hukukta taraf iradesinin ifadesi olarak değerlendirilen imza kavramının dijital karşılığıdır. Ancak burada imzanın işlevi, yalnızca kimliği belirlemekle sınırlı değildir; aynı zamanda yetkilendirmeyi ve temsil ilişkisini de içerir.
Kriptografik imza, sahibine ait özel anahtarın kullanılmasıyla oluşturulur ve bu imzanın doğruluğu, ağdaki herkes tarafından açık anahtar aracılığıyla kontrol edilir. Bu sistem, hukukî anlamda “herkesin herkes için noter olduğu” bir düzen yaratır. Her işlem, sistem tarafından kolektif biçimde onaylandığından, üçüncü bir tasdik makamına ihtiyaç kalmaz. Bu durum, hukukî işlemlerde güvenin kurumsal temellerini teknik düzleme taşır.
Ne var ki, burada ortaya çıkan temel felsefî sorun, iradenin öznesinin kim olduğudur. Çünkü blok zincirinde irade, insan davranışıyla değil, dijital anahtarın kullanımıyla ifade edilir. Bu nedenle “yetkisiz işlem” kavramı, klasik hukukta olduğu biçimde uygulanamaz hale gelir. Eğer bir özel anahtar kullanılmışsa, sistem açısından o işlem yetkilidir; fakat hukuk açısından, o anahtarın kim tarafından kullanıldığı bilinmeyebilir. Bu durumda “iradenin kişiliği” ile “işlemin geçerliliği” birbirinden ayrılır.
Bu durum, hukuk felsefesi bakımından oldukça önemlidir; zira ilk kez bir sistemde, irade ile fail birbirinden kopmuştur. Kod, iradeyi teknik biçimde temsil eder; ancak bu temsil, öznel bilinçten yoksundur. Bu, modern hukukta fail sorumluluğunun dijital düzlemde yeniden tanımlanması gereğini doğurur.
1.3.6. Ara Sonuç: Güvenin Kriptografiden Normatif Yapıya Dönüşümü
Kriptografi, blok zinciri sistemlerinde yalnızca veri bütünlüğünü değil, hukukî meşruiyetin teknik zeminini de tesis eder. Öz-egemen kimlik sistemleri, kişisel özerkliği; oracle mekanizmaları, dış dünya ile bağlantıyı; kriptografik imzalar ise iradenin teknik ifadesini sağlar. Böylece hukukta daha önce insanlar, kurumlar ve devletler aracılığıyla tesis edilen güven, artık matematiksel yapılar aracılığıyla üretilir hale gelmiştir.
Bu durum, modern hukukun temellerinden biri olan “insanın kendi fiilinden sorumluluğu” ilkesini yeniden tartışmaya açar. Çünkü blok zincirinde artık fiil, sistemin; irade ise kodun eseridir. Bu nedenle çağdaş hukuk düşüncesi, kriptografik güvenin yalnızca teknik değil, aynı zamanda ontolojik bir mesele olduğunu kabul etmek zorundadır.
Blok zinciri, güvenin antropolojik değil, dijital biçimini inşa etmiştir. Bu yeni düzende doğruluk beyanla değil, işlemle; mülkiyet fiilî hâkimiyetle değil, erişimle; kimlik beyanla değil, anahtarla belirlenir. Hukukun görevi, bu dönüşümü reddetmek değil, onu kavramsal düzeyde anlamlandırmaktır. Çünkü kriptografik güven, insanın yerine geçen bir yapı değil, insanın güven üretme biçiminin evrimleşmiş formudur.
1.4. AKILLI SÖZLEŞMELERİN TEKNOLOJİK YAPISI VE HUKUKÎ ETKİLEŞİM MODELİ
Blok zinciri teknolojisinin hukukla en doğrudan temas ettiği alan, hiç şüphesiz “akıllı sözleşmeler”dir. Zira burada, insan iradesinin soyut bir hukukî beyan olmaktan çıkıp, bir kod parçası biçiminde somutlaştığı; normun kelimelerle değil, algoritmalarla ifade edildiği yeni bir düzen biçimi karşımıza çıkar. Bu yönüyle akıllı sözleşme, yalnızca teknolojik bir araç değil, aynı zamanda irade kavramının dijital evrimidir.
1.4.1. Akıllı Sözleşme Kavramının Gelişimi ve Algoritmik İradenin Doğuşu
Akıllı sözleşme düşüncesi, 1990’lı yıllarda dijital işlemlerde aracıya duyulan ihtiyacı ortadan kaldırma fikrinden doğmuş, ancak gerçek anlamda uygulanabilir hale gelmesi blok zincirinin ortaya çıkışıyla mümkün olmuştur. An Overview on Smart Contracts ve The Law of Blockchain metinlerinde belirtildiği üzere, akıllı sözleşme, taraflar arasında kararlaştırılan edimlerin, üçüncü bir otoriteye veya dış müdahaleye ihtiyaç duyulmaksızın, önceden tanımlanmış koşulların gerçekleşmesiyle kendiliğinden yürütülmesini sağlayan bir algoritmik protokoldür.
Bu tanım, hukukî açıdan son derece önemlidir; zira burada “irade beyanı” kavramı, ilk kez beşerî bir fiil olmaktan çıkarak teknik bir sürecin içine gömülmüştür. Tarafların iradesi artık sözle veya yazıyla değil, kod satırları aracılığıyla ifade edilmekte; rıza, bir beyan değil, bir programın çalışmasına verilen onay biçiminde somutlaşmaktadır. Bu noktada “kod”, yalnızca bir aracın değil, doğrudan irade beyanının kendisinin biçimidir.
Bu durum, hukuk felsefesi açısından son derece derin bir değişimi temsil eder. Çünkü klasik hukukta irade, özneye bağlıdır; fail, iradenin taşıyıcısıdır. Oysa akıllı sözleşmelerde irade, bir kez kodlandıktan sonra öznesinden bağımsız olarak işlev görür. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “iradenin özerklikten öteye geçip otomatikleşmesi” olarak nitelendirilmiştir. Diğer bir ifadeyle, akıllı sözleşmelerde taraf iradesi, bir defaya mahsus olarak sistemde kayda alınır ve artık irade, kendi sahibine değil, sisteme aittir.
Bu bağlamda akıllı sözleşme, klasik hukukta “rıza serbestisi” ilkesinin teknik formudur. Ancak burada rızanın öznesi değil, biçimi değişmiştir. Artık taraflar, sonuçlarını önceden öngördükleri bir algoritmaya iradelerini devretmekte; bu devrin ardından sistem, kendi kendine çalışan bir hukukî düzen gibi işlemektedir. Bu nedenle akıllı sözleşme, “iradenin devri” değil, iradenin kodlaşmış sürekliliğidir.
1.4.2. Kodun Deterministik Yapısı: İnsan İradesinin Teknik İfadesi
Akıllı sözleşmelerin temelini oluşturan yazılım mantığı, “eğer–o halde” (if–then) yapısına dayanır. Yani belirli bir koşul gerçekleştiğinde, belirli bir eylem otomatik olarak yürütülür. Bu yapı, insan davranışının öngörülebilirliğini matematiksel bir düzleme taşır. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum, “deterministik yürütme modeli” olarak açıklanmıştır.
Hukuk açısından bakıldığında, deterministik yapı, iradenin yorumlanabilir niteliğini ortadan kaldırır. Klasik sözleşmede bir hüküm, tarafların niyetine veya dürüstlük kuralına göre yorumlanabilirken; akıllı sözleşmede böyle bir yorum alanı yoktur. Kod, her koşulda aynı sonucu üretir. Böylece hukukta “takdir yetkisi” kavramı, teknik olarak imkânsız hale gelir.
Bu yönüyle akıllı sözleşme, hukuk düzeninin en insani unsuru olan “vicdan” kavramını sistem dışına iter. Kod, hata yapmaz; ancak adil olup olmadığını da sorgulamaz. O, yalnızca verilen komutu uygular. The Law of Blockchain kaynağında ifade edildiği gibi, “kodun adaleti doğrulukta değil, tutarlılıktadır.” Dolayısıyla akıllı sözleşmelerin ürettiği adalet, vicdanî değil, mekaniktir.
Deterministik yapının bu doğası, aynı zamanda teknik kesinliğin hukukî esnekliğe üstün gelmesi anlamına gelir. Çünkü sistem, taraf iradelerinin değişmesine veya beklenmedik durumlara uyum sağlama kapasitesine sahip değildir. Kod bir kez zincire işlendiğinde, artık değiştirilemez. Bu durum, blok zincirinin değişmezlik (immutability) ilkesinden kaynaklanır ve hukukun “sözleşmenin değiştirilebilirliği” ilkesine teknik bir sınır getirir.
Bu bağlamda şu paradoks doğar: Blok zinciri, taraflar arasında güveni artırırken, onların iradelerini düzeltme veya yeniden tanımlama hakkını sınırlandırır. Bu durum, klasik hukukta irade sakatlığı, yanılma veya fesih gibi kurumların dijital biçimde uygulanmasını son derece güçleştirir. Çünkü hata artık yalnızca insanî değil, sistemsel bir olgudur; sistem, “yanlış” kavramını tanımaz.
1.4.3. Oracle Entegrasyonu, Veri Akışı ve Sistemsel Hata Riski
Akıllı sözleşmelerin en önemli zayıf noktalarından biri, kendi kendine yeterli bir sistem olmamalarıdır. Zira çoğu akıllı sözleşme, zincir dışındaki olaylara bağlı olarak çalışır. Örneğin bir sigorta ödemesi, hava durumu verisine; bir ödeme sözleşmesi, döviz kuruna; bir tedarik zinciri işlemi, sevkiyat verisine bağlı olabilir. Ancak blok zinciri, doğası gereği dış dünya ile iletişim kuramaz. Bu noktada, zincir dışı verileri zincir içine taşıyan oracle mekanizmaları devreye girer.
Blockchains and Smart Contracts for IoT ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında belirtildiği üzere, oracle’lar blok zincirinin “duyusal organları” olarak işlev görürler. Dış dünyadaki veriyi algılar, onu dijital biçime çevirir ve akıllı sözleşmeye aktarırlar. Ancak bu süreçte en temel güven ilkesi zedelenir; çünkü oracle, zincir dışı bir gerçekliği zincir içine taşırken, sistemin doğrulama mekanizmasının dışına çıkar. Bu nedenle oracle, blok zincirinin en “insani” noktasıdır: güveni yeniden sisteme sokar.
Bu durum, “güvenin yeniden doğuşu paradoksu” olarak adlandırılır. Blok zinciri güveni ortadan kaldırmak için doğmuşken, oracle’lar aracılığıyla güveni yeniden üretmek zorunda kalmıştır. Çünkü zincir dışı bilgi, hiçbir zaman tamamen nesnel olamaz. Bu yönüyle oracle, teknik olarak doğruluğu garanti etse bile, epistemolojik olarak her zaman tartışmalıdır.
Hukuk açısından bakıldığında, oracle sistemi bir tür temsil yetkisi doğurur. Oracle, sistem adına dış dünyadan bilgi getirir; tıpkı bir vekil gibi davranır, fakat vekalet ilişkisi kurumsal değil, algoritmiktir. Bu nedenle oracle hataları, hukukta klasik anlamda kusur veya ihmal olarak nitelendirilemez. Çünkü hata, failin değil, sistemin tasarımının sonucudur. Dolayısıyla akıllı sözleşmelerde oracle hataları, “kusursuz sorumluluk” biçiminde değil, “sorumluluk boşluğu” biçiminde ortaya çıkar.
Bu bağlamda, oracle sistemleri akıllı sözleşmelerin hukukî meşruiyetinde yeni bir “sınır alanı” yaratır. Kodun içsel doğruluğu korunurken, dış verinin yanlışlığı tüm sistemi hatalı sonuca götürebilir. Böylece blok zinciri, teknik olarak mükemmel ama normatif olarak eksik bir güven üretir.
1.4.4. Kodun Normatif Sınırı: İrade–Kod–Adalet Üçgeninde Çatışma
Hukukun temel ilkesi, iradenin üstünlüğüdür; akıllı sözleşmelerin temel ilkesi ise, kodun üstünlüğüdür. Bu iki yapı, teorik olarak birbiriyle çatışma halindedir. The Law of Blockchain kaynağında bu çatışma “normatif otoritenin kodla ikamesi” olarak açıklanır. Zira burada hukuk, iradeyi yorumlayarak adaleti sağlar; kod ise iradeyi yürütür, fakat yorumlamaz.
Bu bağlamda kod, hukukun işlevlerinden yalnızca birini — yürütme işlevini — devralmış olur. Ancak yasa koyma ve yorumlama işlevleri hâlâ insanın tekelindedir. Buna rağmen, akıllı sözleşme sistemleri, yürütme aşamasındaki mükemmel otomasyon nedeniyle, zamanla norm üretme kapasitesi kazanır. Kod, sürekli tekrarlanan davranış biçimleri yaratarak fiilî normlar oluşturur. Böylece “teknolojik teamül hukuku” diyebileceğimiz yeni bir yapı doğar.
Bu yapı, normun kaynağını beşerî iradeden teknik tutarlılığa kaydırır. Artık bir davranış, doğru olduğu için değil, sistemin öngördüğü biçimde gerçekleştiği için meşru kabul edilir. Bu, “hukukî doğruluk” kavramının “teknik uygunluk” kavramına dönüşmesi anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle, hukuk artık adaletin değil, uyumun bilgisidir.
Bu çerçevede akıllı sözleşmeler, hukukun özüyle teknolojinin biçimi arasında sıkışan hibrit yapılar olarak karşımıza çıkar. Onlar, adaleti amaçlamazlar; yalnızca taraf iradelerini, öngörülen koşullar çerçevesinde kesin biçimde yürütürler. Bu yönüyle akıllı sözleşme, “adil bir işlem” değil, “doğru bir yürütme”dir.
1.4.5. Akıllı Sözleşmenin “Sui Generis” Hukukî Niteliği
Akıllı sözleşmeler, ne klasik sözleşme hukukunun sınırları içinde tam olarak yer alır, ne de sırf teknik bir protokol olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle doktrinde giderek daha sık dile getirilen görüş, onların “sui generis” yani kendine özgü bir hukukî işlem türü oluşturduğudur.
The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues metinlerinde akıllı sözleşme, “iradenin teknik formda sürekliliği” olarak tanımlanır. Taraflar, bir kez rıza gösterdiklerinde, sistem bu rızayı sonsuz bir kesinlikle yürütür. Bu yönüyle akıllı sözleşme, hukukun öngördüğü serbest irade alanını teknik determinizmle sınırlandırır. Ancak bu sınır, aynı zamanda güvenin de mutlaklaşmasını sağlar.
Bu nedenle akıllı sözleşmeler, hukuk düzeninde yeni bir kavram kategorisi yaratır: otomatik irade beyanı. Klasik sözleşmede irade, yalnızca beyan edildiği sürece varlık kazanır; burada ise bir kez kodlandığında, varlığını sürdürür. Bu durum, iradenin “süreksiz eylem” olmaktan çıkıp “kalıcı protokol” haline gelmesi anlamına gelir.
Sonuç itibarıyla akıllı sözleşmeler, teknik işlevleri bakımından program, hukukî etkileri bakımından sözleşme, felsefî etkileri bakımından ise iradenin mekanikleşmiş biçimidir. Onlar, hukuk düzeninin en temel ilkesi olan “sözleşme serbestisi”nin dijital çağdaki son biçimini temsil eder.
1.4.6. Ara Sonuç: Kodun Normatifleşmesi ve Hukukun Mekanikleşmesi
Akıllı sözleşmeler, hukukun otomasyonla buluştuğu noktadır. Bu sistemde irade, beyanla değil, algoritmayla; rıza, kelimelerle değil, sistem çalıştırmasıyla; ifa, insan davranışıyla değil, kod yürütmesiyle gerçekleşir. Kod, bir anlamda “mekanik hukukî özne” haline gelir.
Bu durum, hukukî güvenin yapısını kökten değiştirir. Artık güven, tarafların sözünde değil, sistemin deterministik davranışında aranır. Akıllı sözleşme, insana özgü yorum esnekliğini ortadan kaldırsa da, doğruluk ve tutarlılık bakımından benzersiz bir kesinlik sağlar. Bu nedenle modern hukuk, akıllı sözleşmeleri dışlamak yerine, onları “hukukî düzenin tamamlayıcı mekanizmaları” olarak görmek zorundadır.
Netice itibarıyla, akıllı sözleşme ne yalnızca bir yazılım kodu ne de klasik anlamda bir hukukî sözleşmedir; o, her ikisinin birleştiği noktada doğan yeni bir normatif organizmadır. Bu organizma, hukukta sorumluluğun, rızanın ve iradenin yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Kod yürütür, fakat anlamaz; hukuk ise anlar, fakat yavaş yürütür. İnsanlığın önündeki asıl soru, bu iki işlevin nasıl uyumlu hale getirileceğidir.
1.5. TOKENİZASYON, DİJİTAL MÜLKİYET VE VARLIK TEMSİLİ
Modern hukuk sisteminin, dijitalleşen ekonomik ilişkiler karşısında en zorlandığı alanlardan biri, mülkiyetin “temsile” dönüşmesidir. Zira tarih boyunca mülkiyet, daima somut bir varlıkla — toprak, bina, eser ya da para gibi — fiziksel gerçeklik üzerinden tanımlanmış; “mal” kavramı, dokunulabilirlik ve zilyetlik üzerinden anlam kazanmıştır. Ancak blok zinciri teknolojisiyle birlikte mülkiyet, ilk kez somut varlıktan bağımsız, dijital bir göstergeye, yani “token”a indirgenmiştir. Token, yalnızca bir varlığı temsil etmekle kalmaz; aynı zamanda o varlık üzerindeki hakkın işlevsel biçimini de üstlenir. Böylece hukuk, ilk kez mülkiyeti doğrudan değil, dijital bir temsili aracılığıyla tanımlamak durumunda kalır.
1.5.1. Tokenizasyonun Kavramsal Temelleri: Değerin Dijital Temsili
Tokenizasyon, bir varlığın — ister fiziksel ister soyut olsun — blok zinciri üzerinde matematiksel biçimde temsil edilmesi sürecidir. The Law of Blockchain kaynağında bu kavram, “değerin soyut varlığa, soyut varlığın ise veriye dönüştürülmesi” olarak tanımlanır. Bu tanım, klasik hukukta “mal” kavramının ontolojik dayanağını doğrudan sorgular; çünkü burada değer, artık maddi varlığa değil, matematiksel bütünlüğe bağlıdır.
Token, bir varlığa ait hakkın blok zinciri üzerinde kriptografik olarak temsil edilmesidir. Bu temsil, mülkiyetin devrini, kullanımını veya bölünmesini mümkün kılar. Ancak token, temsil ettiği şeyin kendisi değildir; yalnızca o varlığa ilişkin bir hak dilimidir. NFTs and Corporate Accounting kaynağında belirtildiği gibi, token bir “hak enstrümanı”dır; varlığın tamamını değil, o varlığa ilişkin belirli bir yönü — örneğin sahiplik, erişim ya da gelir payı gibi — temsil eder. Bu nedenle tokenizasyon, klasik mülkiyet teorisinin temel önermesi olan “mal–hak özdeşliği”ni bozar. Artık bir mala sahip olmak, o malın dijital temsiline sahip olmaktan ibarettir.
Bu bağlamda, tokenizasyon yalnızca ekonomik bir inovasyon değil, aynı zamanda mülkiyet kavramının ontolojik dönüşümüdür. Çünkü burada, sahiplik artık fiziksel temasla değil, veri üzerindeki kontrolle tanımlanır. Zilyetlik, fiilî hâkimiyetten, kriptografik erişim yetkisine dönüşmüştür. Mülkiyetin özü olan “tasarruf hakkı”, artık bir anahtarın kullanılabilirliğiyle ölçülmektedir.
1.5.2. ERC Standartlarının Normatif İşlevi: Dijital Mülkiyetin Kodlaşması
Tokenizasyonun pratikteki uygulanabilirliği, blok zincirinde standartlaştırılmış token yapılarıyla sağlanır. Bunlar arasında en çok bilinenler ERC-20, ERC-721 ve ERC-1155 standartlarıdır. Bu standartlar, dijital mülkiyetin teknik altyapısını oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda mülkiyetin hukukî sınıflandırmasını da etkiler.
ERC-20, “fungible token” yani birbirinin yerine geçebilen, değeri sabit dijital varlıkları ifade eder. Bu yapı, klasik hukukta “misli mal” kavramına karşılık gelir. Her token aynı değeri taşır; bireysel kimliği yoktur. Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu tür token’lar, dijital finansın “likidite standardı” olarak değerlendirilmiştir. ERC-20 yapısı, paranın soyut doğasına en yakın dijital formdur; çünkü burada değer, değiştirilebilirlikten değil, bölünebilirlikten doğar.
Buna karşılık ERC-721, “non-fungible token” (NFT) olarak bilinen ve her biri benzersiz olan dijital varlıkları temsil eder. Her NFT’nin kendine özgü bir kimlik numarası ve meta verisi bulunur; bu nedenle bir NFT, bir diğeriyle asla aynı değildir. NFTs and Corporate Accounting metninde bu yapı, “dijital özgünlük ekonomisi”nin temeli olarak nitelendirilmiştir. ERC-721 token’ı, fikrî mülkiyet hukukunun en modern aracıdır: çünkü o, bir fikrî ürünün yalnızca kopyalanabilirliğini değil, sahiplik belgesini de temsil eder.
Bir üçüncü standart olan ERC-1155, hem fungible hem de non-fungible varlıkların tek bir sözleşme içinde yönetilmesine olanak tanır. Bu yapı, mülkiyetin parçalı biçimde temsil edilebilmesini mümkün kılar. Örneğin bir gayrimenkulün bin eşit paya bölünmesi ve her payın ayrı bir token olarak devredilebilmesi, bu standartla gerçekleşir. Bu durumda mülkiyet, artık “bölünemez bir bütün” değil, parçalanabilir bir dijital değer bütünüdür. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum, “dijitalleştirilmiş kolektif mülkiyet” olarak adlandırılmıştır.
Hukukî açıdan bakıldığında, bu standartlar birer teknik kod dizisi değil, aynı zamanda normatif sınıflandırma araçlarıdır. Zira ERC-20, ERC-721 ve ERC-1155 standartları, dijital mülkiyetin “misli–gayrimümasil”, “paylı–tam”, “kolektif–tekil” gibi klasik hukuk ayrımlarına yeni bir anlam kazandırır.
1.5.3. Token ve Mülkiyet İlişkisi: Hak Temsili ve Zilyetliğin Soyutlaşması
Token, mülkiyetin kendisi değil, o mülkiyete ilişkin hakkın dijital biçimidir. Bu nedenle, token’ın devri her zaman mülkiyetin devri anlamına gelmez. The Law of Blockchain kaynağında bu durum “temsil edilen mülkiyet ile temsil eden token arasındaki kopuş” olarak tanımlanmıştır. Bir varlık üzerindeki hukukî hak, token aracılığıyla devredilse de, bu devir bazen yalnızca ekonomik, bazen de sembolik bir anlam taşır.
Klasik hukukta mülkiyetin devri, fiilî hâkimiyetin el değiştirmesiyle tamamlanır. Oysa dijital varlıkların dünyasında fiilî hâkimiyet, fiziksel temastan değil, özel anahtara sahip olmaktan ibarettir. Bu noktada zilyetlik, fiziksel bir durumdan, bilişimsel bir statüye dönüşür. Artık bir şeye “sahip olmak”, onu taşımaktan değil, “ağ üzerinde erişebilir kılmaktan” ibarettir.
Bu dönüşüm, hukukta “mal” kavramını kökten sarsar. Çünkü artık mülkiyet, nesnenin kendisinde değil, temsilinde vücut bulur. Token, bir malın “dijital gölgesi”dir. Bu gölge, orijinalin varlığına bağımlıdır; ancak blok zincirinin özerk yapısı nedeniyle, zamanla orijinalin kendisinin yerini alır. NFTs and Corporate Accounting çalışmasında ifade edildiği üzere, “dijital temsil, yeterince güçlendiğinde, temsil ettiği şeyi ikame eder.”
Bu durum, hukuk felsefesi açısından mülkiyetin “ontolojik merkezini” kaydırır: Artık sahip olunan şey bir nesne değil, bir erişim hakkıdır. Token’ın değeri, temsil ettiği varlığın ekonomik değerinden ziyade, zincirdeki benzersiz konumundan kaynaklanır. Böylece mülkiyet, ekonomik olmaktan çıkıp bilgiye ilişkin bir statü haline gelir.
1.5.4. Parçalı Mülkiyet (Fractional Ownership) ve Dijital Ekonomide Değer Aktarımı
Tokenizasyonun en çarpıcı etkilerinden biri, mülkiyetin bölünebilir hale gelmesidir. Klasik hukukta mülkiyet, ya tamdır ya paylı; ancak hiçbir zaman aynı anda hem bir bütüne ait hem de birden fazla kişiye bölünmüş biçimde tanımlanamaz. Blok zinciri, bu kuralı teknik olarak aşmıştır.
ERC-1155 standardı, bir varlığın sayısal olarak bölünmesini ve her parçanın ayrı bir token olarak devredilmesini mümkün kılar. Bu durum, ekonomik açıdan demokratik mülkiyet kavramını doğurur; çünkü daha önce yalnızca büyük sermaye sahiplerinin erişebildiği varlıklar, artık küçük paylara bölünerek herkesin yatırım yapabileceği dijital menkul değerler haline gelir.
Bu süreç, hukukî açıdan da “paylı mülkiyetin dijital formu” olarak değerlendirilebilir. Ancak burada pay, fiziksel bir nesneye değil, bir veri bloğuna ilişkindir. Dolayısıyla sahiplik, yalnızca ekonomik bir hak değil, aynı zamanda sistemsel bir katılım biçimidir. Decentralized Finance kaynağında bu durum “varlığın demokratikleşmesi” olarak ifade edilmiştir.
Parçalı mülkiyet, aynı zamanda değer aktarımının hızını ve ölçeğini değiştirir. Klasik sistemde bir taşınmazın devri günler sürerken, tokenizasyon sayesinde bu işlem saniyeler içinde gerçekleşebilir. Bu hız, hukukî güvenlik ilkesiyle bir gerilim yaratır; çünkü sistemin hızla doğruladığı işlemler, insan denetiminin yavaşlığını aşar. Böylece hukuk, ilk kez teknolojinin hızına yetişememe riskiyle karşı karşıya kalır.
1.5.5. Dijital Mülkiyetin Ontolojisi: “Malvarlığı” Kavramının Yeniden Yorumu
Tokenizasyon süreci, hukukta “malvarlığı” kavramının içeriğini bütünüyle dönüştürür. Malvarlığı artık fiziksel varlıklardan değil, dijital temsillerden oluşur. The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında bu yeni durum “soyut malvarlığı” olarak tanımlanmıştır.
Soyut malvarlığı, klasik mülkiyetin gerektirdiği “fiilî hâkimiyet” unsurunu ortadan kaldırır. Artık bir malın sahibi olmak, o mala fiziksel olarak dokunmayı değil, onun blok zincirinde karşılık geldiği hash değerine sahip olmayı gerektirir. Böylece mülkiyet, veriyle özdeşleşir.
Bu değişim, hukukî mülkiyetin etik boyutunu da etkiler. Çünkü sahiplik, artık emek veya üretimle değil, erişimle kazanılmaktadır. Dijital mülkiyet, üretim ekonomisinden erişim ekonomisine geçişin hukukî sonucudur. Bu bağlamda mülkiyet, klasik anlamda bir hak değil, bir erişim yetkisi olarak yeniden tanımlanmalıdır.
Blok zincirinde her şey kaydedilir, hiçbir şey unutulmaz. Bu nedenle dijital mülkiyet, “geçmişiyle birlikte var olan mülkiyet”tir. Bu durum, hukukî süreklilik ilkesine yeni bir boyut kazandırır: geçmişe dönük mülkiyet iddiaları, sistemsel olarak ortadan kalkar. Çünkü zincirdeki kayıt, mutlak doğrudur. Dolayısıyla blok zinciri, mülkiyetin tarihsel tartışmalarını teknik olarak sona erdirir; ama aynı zamanda mülkiyeti insani bellekten çıkarır.
Sonuç olarak, tokenizasyon yalnızca mülkiyeti dijitalleştirmekle kalmamış, onun anlamını da değiştirmiştir. Mülkiyet artık “bir şeye sahip olmak” değil, “bir şeye erişebilmek”tir. Değer, nesnede değil, ağda taşınır. Hukuk, bu dönüşüm karşısında klasik “mal–hak–kişi” üçlüsünü yeniden düşünmek zorundadır; çünkü blok zinciri, bu üç kavramı tek bir düzleme, yani veriye indirgemiştir.
1.6. BLOK ZİNCİRİNİN NORMATİF NİTELİĞİ VE HUKUK FELSEFESİ AÇISINDAN KONUMU
Teknolojinin, hukukun doğasına ne ölçüde müdahale edebileceği meselesi, insanlığın modern dönemde karşılaştığı en derin epistemolojik sorulardan biridir. Zira hukuk, tarihsel olarak insana özgü bir düzenleme aracı, toplumsal davranışı şekillendiren bir normatif sistem olarak doğmuş; teknik araçlar ise bu normların uygulanmasını kolaylaştıran ikincil araçlar olarak görülmüştür. Ancak blok zinciri teknolojisi, bu kadim hiyerarşiyi tersine çevirmiştir. Artık teknoloji, hukukun uygulanmasına yardımcı bir araç olmaktan çıkmış, bizzat norm üreten, hatta “normun yürütücüsü” olmaksızın “kendiliğinden işleyen bir hukukî düzen”in altyapısını oluşturmuştur.
Bu dönüşüm, The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında “lex cryptographia” kavramıyla açıklanır. Bu kavram, Latince’deki “kriptografik hukuk” anlamına gelir; yani hukukun artık metinle değil, kodla ifade edildiği, kuralların yasa koyucu tarafından değil, sistemin kendi işleyiş mantığı tarafından üretildiği bir düzeni ifade eder. Bu yönüyle blok zinciri, klasik hukukta normun beşerî kökenine dayanan pozitivist yaklaşımı aşar; normun kaynağını “iradeden” değil, “işleyişten” türetir.
1.6.1. Lex Cryptographia Doktrini: Kodun Norm Üretme Kapasitesi
The Law of Blockchain çalışmasında lex cryptographia, “insanın yazdığı yasanın yerini makinenin çalıştırdığı yasa alır” biçiminde tanımlanmıştır. Bu tanım, hukukun tarihsel evriminde radikal bir kırılmayı ifade eder. Çünkü burada yasa, artık insanın iradesine bağlı bir beyan değil, sistemin mantığına içkin bir sonuçtur. Kod, yalnızca hukukun uygulayıcısı değil, onun yaratıcı gücü haline gelmiştir.
Bu noktada klasik hukuk teorisinin üç temel işlevi — yasa koyma, yürütme ve yargı — teknik düzlemde yeniden dağıtılır. Blok zincirinde yasa koyucu, kod geliştiricisidir; yürütme, konsensüs algoritmasıyla sağlanır; yargı ise zincir üzerindeki doğrulama mekanizmalarıyla gerçekleşir. Bu yapıda her bir düğüm, aynı anda hem yasama hem yürütme hem de yargı işlevi görür. Böylece hukukî otorite, merkezi bir kurum olmaktan çıkıp, ağın tamamına dağılmış bir biçimde yeniden üretilir.
Bu durum, hukuk felsefesi açısından normun “meşruiyet” kaynağı sorununu yeniden gündeme getirir. Zira klasik hukukta meşruiyet, kuralın insanlar tarafından kabul edilmesiyle sağlanır; blok zincirinde ise meşruiyet, işlevsel doğrulukla belirlenir. Yani bir kural doğru çalışıyorsa, meşrudur; çalışmıyorsa, ortadan kalkar. Bu durum, normatif sistemin etik dayanağını zayıflatır; çünkü doğruluk artık ahlâkî değil, teknik bir kategoriye dönüşmüştür.
Ancak bu yapının hukuk düzeni açısından tümüyle olumsuz olduğunu söylemek doğru değildir. Blockchain-Based Smart Contracts ve Decentralized Finance kaynaklarında belirtildiği üzere, lex cryptographia, hukukun özünde yer alan “öngörülebilirlik” ilkesini mutlaklaştırır. Kod, aynı koşullarda her zaman aynı sonucu üretir; bu, klasik hukukta hiçbir zaman tam anlamıyla mümkün olmamıştır. Dolayısıyla kodun normatifleşmesi, hukukun istikrar ve güvenlik işlevini teknik olarak güçlendirir.
Fakat bu teknik istikrar, normatif esnekliği azaltır. Hukuk, toplumsal değişime uyum sağlama yeteneğini büyük ölçüde yorum yoluyla kazanır; kod ise yorum kabul etmez. Bu nedenle lex cryptographia, insanın “anlamlandırma özgürlüğü”nü sınırlayan bir yapıdır. Kod, doğruyu uygular ama adaleti hissedemez; işlevsel olarak yanılmaz, fakat etik olarak kördür.
1.6.2. Otonom Sistemlerin Hukuk Düzenindeki Konumu
Blok zinciri, yapısal olarak otonom bir sistemdir; yani insan müdahalesine gerek kalmadan kendi kendine işleyen bir düzene sahiptir. S3-DAO Rodrigues ve An Introduction to Decentralized Finance (DeFi) kaynaklarında bu yapı, “self-executing legal infrastructure” — yani kendiliğinden yürütülen hukukî altyapı — olarak tanımlanmıştır.
Bu otonomi, hukuk sisteminin en temel ilkelerinden biri olan “sorumluluk” kavramını yeniden tanımlamayı gerektirir. Çünkü blok zincirinde, bir işlemin sonucu, bir kişinin iradesinden değil, sistemin algoritmasından doğar. Bu durumda “fail” kimdir? Kodun kendisi mi, onu yazan mı, yoksa onu çalıştıran mı?
Hukuk, tarih boyunca sorumluluğu daima bir iradeye bağlamıştır. Ancak otonom sistemlerde irade, bir defaya mahsus olarak kodlanır ve ardından sistem, bu iradeden bağımsız biçimde işlemeye devam eder. Dolayısıyla klasik anlamda sorumluluk ilişkisi, “eylemin faili” ile “eylemin sonucu” arasındaki bağ koparıldığında işlevsiz hale gelir. Bu bağlamda, blok zinciri teknolojisi, hukukun özündeki antropolojik temeli — yani insanın normatif varlık olarak konumunu — teknik bir soyutlamaya dönüştürür.
Otonom sistemlerin bu doğası, yalnızca sorumluluk ilişkilerini değil, “irade serbestisi” ilkesini de dönüştürür. Artık irade, bir kez kodlandığında, geri alınamaz hale gelir. Bu durum, klasik hukukta özgürlüğün koşulu olan “rızayı geri çekebilme” hakkını teknik olarak imkânsızlaştırır. Rıza, artık süreklilik kazanmış bir veri biçimidir; insanın karar değişikliği hakkı, sistemin deterministik doğası karşısında hükümsüz kalır.
Bu bağlamda, blok zinciri yalnızca hukukî normların değil, özgürlük kavramının da yeniden tanımlanmasını gerektirir. İnsan, artık kendi kararlarını değil, kendi kodlarını yürütür hale gelmiştir. Bu durum, felsefî düzlemde “iradenin dijitalleşmesi” olarak adlandırılabilir: karar, bilinçli bir seçim olmaktan çıkıp, bir algoritmanın sonucuna indirgenir.
1.6.3. Teknolojik Determinizm ve Normatif Esneklik Sorunu
Teknolojik determinizm, teknolojinin yalnızca araçsal bir rol oynamayıp, toplumsal ve normatif düzenin yönünü belirlediği görüşünü ifade eder. Blok zinciri bu kavramın en somut örneğidir. Çünkü burada teknoloji, hukukî yapının biçimini değil, özünü belirler hale gelmiştir.
CeFi vs. DeFi ve Decentralized Finance kaynaklarında açıklandığı üzere, blok zinciri sistemlerinde her kural, teknik olarak önceden belirlenmiştir. Bu durum, hukukî açıdan “kuralın öngörülebilirliği” ilkesine uygun görünse de, esneklik bakımından ciddi bir sorun yaratır. Zira hukuk, yalnızca öngörülebilir olmakla kalmamalı, aynı zamanda değişime açık olmalıdır. Toplumun değerleri, ekonomik koşullar ve etik anlayışları zamanla değişirken, kod değişmez.
Bu bağlamda teknolojik determinizm, normatif determinizme dönüşür: kuralın doğruluğu değil, varlığı tartışmasız hale gelir. Kodun değişmezliği, hukukun canlılığını sınırlandırır. Bu durum, hukuk felsefesinin temelinde yer alan “adaletin dinamik niteliği” kavramını teknik bir katılığa indirger. Hukuk artık yaşayan bir organizma değil, donmuş bir mekanizma haline gelir.
Bununla birlikte, bu mekaniklik mutlak bir olumsuzluk değildir. The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts metinlerinde belirtildiği üzere, teknolojik determinizm, keyfiliği ve belirsizliği ortadan kaldırır. Hukukî düzenin öngörülebilirliğini güçlendirir; tarafların davranışlarını önceden belirlenmiş koşullar içinde şekillendirir. Bu nedenle blok zinciri, bir yönüyle “hukukun mekanik doğruluk sistemine dönüşmesi” olarak görülebilir. Ancak bu sistemin adalet üretme kapasitesi, yalnızca teknik tutarlılıkla sınırlı kalır.
1.6.4. Adalet, Etik ve Algoritmik Sorumluluk Tartışması
Blok zinciri düzeni, adaletin teknik bir biçimde yeniden üretilebileceği varsayımına dayanır. Ancak bu varsayım, adaletin özünü teknik uygunlukla karıştırır. Çünkü adalet, yalnızca doğru eylemin yapılması değil, doğru eylemin “haklı” bir gerekçeye dayanmasıdır. Kod ise gerekçe bilmez; yalnızca sonucu üretir.
An Overview on Smart Contracts ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında tartışıldığı üzere, akıllı sözleşmelerde tarafların iradesi algoritmik biçime dönüştüğünde, adaletin öznel boyutu kaybolur. Kod, taraflar arasında eşitliği sağlar; ancak eşitlik, adaletin yeter koşulu değildir. Zira adalet, bazen eşitliği değil, hakkaniyeti gerektirir. Kod, hakkaniyet kavramını tanımaz.
Bu nedenle “algoritmik sorumluluk” kavramı doğmuştur. Bu kavram, kodun eyleminden doğan sonuçların etik ve hukukî olarak kime atfedileceği sorusunu gündeme getirir. Eğer bir algoritma yanlış bir sonuca yol açarsa, bu hatanın faili kimdir? Yazılım geliştiricisi mi, kullanıcı mı, yoksa sistemi yöneten protokol mü?
Bu sorun, yalnızca teknik değil, aynı zamanda felsefî bir meseledir. Çünkü algoritma, bir anlamda insan iradesinin uzantısıdır; ancak kendi işleyişinde bağımsızdır. Bu nedenle algoritmik eylem, klasik hukukta hiçbir kategoriye tam olarak uymaz: ne “insan eylemi”dir, ne de “doğal olay”. Bu da “sorumluluğun metafiziği” diyebileceğimiz yeni bir tartışma alanı yaratır.
1.6.5. Blok Zincirinin Hukuk Felsefesi Açısından Yeni Paradigması
Blok zinciri, hukuk felsefesi açısından üç temel soruyu yeniden gündeme getirir: (i) Hukukun kaynağı nedir — insan iradesi mi, sistemin işleyişi mi? (ii) Adalet, değişmez kurallarda mı, yoksa yorumlanabilirlikte mi yatar? (iii) Hukuk, insanı mı korumalıdır, yoksa sistemin doğruluğunu mu?
Bu sorulara blok zincirinin verdiği yanıt açıktır: Hukukun kaynağı sistemdir; adalet, deterministik kurallarda aranır; doğruluk, insandan bağımsızdır. Bu yanıtlar, insan merkezli hukuk anlayışının sınırlarını zorlar. Hukuk artık insanın değil, sistemin sürekliliğinin teminatıdır.
Binaenaleyh, blok zinciri yalnızca hukukî kurumları değil, hukukun anlamını da dönüştürür. Artık yasa, devletin değil, kodun yazdığı; norm, iradenin değil, algoritmanın şekillendirdiği bir biçim alır. Bu dönüşüm, insanın kendi yarattığı düzen tarafından yeniden tanımlanması anlamına gelir.
Bu çerçevede blok zinciri, modern hukuk düşüncesinde “post-normatif” bir aşamayı temsil eder. Hukuk, burada metin olmaktan çıkıp işleyişe, kavram olmaktan çıkıp protokole, etik olmaktan çıkıp istikrara dönüşür. Bu, hukukun insanla ilişkisini tamamen koparan değil; fakat onu başka bir düzleme — sibernetik düzleme — taşıyan bir dönüşümdür.
Sonuç itibarıyla blok zinciri, modern hukuk tarihinin ulaştığı en ileri aşamadır: adaletin vicdandan koda, kuralın metinden algoritmaya, güvenin insandan sisteme taşındığı bir dönüm noktasıdır. Bu dönüşüm, hukuk düzenini yok etmez; fakat onu insandan bağımsız hale getirir. Artık hukuk, yalnızca insanın değil, sistemin ahlâkıdır.
2.1. AKILLI SÖZLEŞME KAVRAMININ HUKUKÎ TANIMI VE UNSURLARI
Hukuk tarihinde “sözleşme” kavramı, yalnızca taraflar arasında borç doğuran bir beyan olarak değil, aynı zamanda toplumsal düzenin özünü şekillendiren bir irade ilişkisi olarak değerlendirilmiştir. Her sözleşme, özünde iki iradenin kesişim noktasında doğan bir güven ilişkisini temsil eder; taraflar arasında yalnızca ekonomik değil, etik bir denge de kurar. Klasik hukuk teorisinde bu denge, insan iradesinin beyanla dış dünyaya yansıması ve diğer tarafın bu beyanı kabul etmesiyle sağlanır. Ancak dijital çağ, bu tarihsel yapıtaşını temelden sarsmış; iradenin beyan biçimini, iletişim kanalını ve hatta anlamını kökten dönüştürmüştür.
Blok zinciri teknolojisi, bu dönüşümün en radikal biçimini “akıllı sözleşme” (smart contract) kavramı aracılığıyla ortaya koymuştur. Bu kavram, teknik anlamda taraflar arasında önceden tanımlanan koşulların gerçekleşmesi üzerine kendiliğinden yürütülen bir protokolü ifade eder; hukukî anlamda ise, irade beyanının kelimelerle değil, kod satırlarıyla gerçekleştirildiği bir yeni nesil sözleşme tipini oluşturur. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, akıllı sözleşme, “hukukî yükümlülüğün algoritmik biçimde somutlaşması”dır. Yani burada beyan, kelimelere değil, işlevlere; irade, metne değil, algoritmaya bürünmüştür.
2.1.1. Sözleşme Kavramının Tarihsel Evrimi: Beyan, İrade ve Rızanın Dönüşümü
Sözleşme, insanlık tarihi boyunca iradenin en açık dışa vurum biçimlerinden biri olmuştur. Roma hukukundan modern borçlar hukukuna kadar geçen süreçte, sözleşmenin varlığı, tarafların iradelerinin karşılıklı ve birbirine uygun biçimde açıklanmasına bağlanmıştır. İrade açıklamasının temel amacı, bireyler arasındaki güven ilişkisini hukukî güvenceye kavuşturmaktır. Ancak bu beyan biçimi, teknolojik araçların evriminden bağımsız değildir.
Elektronik iletişimin hukukta ilk defa kabul görmesiyle başlayan dijital dönüşüm, artık yalnızca beyanın biçimini değil, bizzat “beyanın öznesini” de değiştirmiştir. An Overview on Smart Contracts çalışmasında bu değişim, “beşerî iradenin mekanik ifadesine dönüşmesi” olarak nitelendirilmiştir. Zira akıllı sözleşmede taraflar, iradelerini bir kez dijital ortamda kodladıktan sonra, bu irade kendi kendine yürüyen bir sistemin parçası haline gelir. Artık taraf iradesi, bir insan fiili olmaktan çıkar; sistemsel bir olay halini alır.
Bu durum, sözleşme kavramının felsefî temelinde ciddi bir kaymaya işaret eder. Klasik anlamda sözleşme, iradenin özgürce açıklanmasıyla doğan bir ilişkidir; oysa akıllı sözleşmede özgürlük, iradenin bir kez kodlandıktan sonra sistemin mantığına teslim edilmesidir. Burada taraflar, özgürlüğü bir defaya mahsus kullanır; sistem, bu özgürlüğü sonsuz kesinlikle sürdürür. Böylece irade, süreksiz bir fiil olmaktan çıkıp, süreklilik arz eden bir protokol haline gelir.
2.1.2. Akıllı Sözleşmenin Hukuken “Sözleşme” Sayılabilmesi İçin Gerekli Unsurlar
Klasik hukukta bir sözleşmenin varlığı için dört temel unsur aranır: (i) taraf iradelerinin açıklanması, (ii) karşılıklı rızanın oluşması, (iii) sözleşmenin konusunun belirli ve hukuken mümkün olması, (iv) taraflar arasında bir borç ilişkisinin doğması. Bu unsurların her biri, akıllı sözleşmeler bağlamında yeniden yorumlanmak zorundadır.
Birincisi, irade açıklaması: Akıllı sözleşmede irade, doğrudan bir beyanla değil, yazılım koduyla açıklanır. Kod, iradenin yerine geçer; sistem, irade beyanını yürütür. Bu noktada irade, “beyan”dan “program”a dönüşür. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında ifade edildiği üzere, “irade artık dile değil, protokole bağlıdır.” Hukuk açısından bu durum, irade ile beyan arasındaki klasik ayrımı anlamsız kılar; çünkü beyanın kendisi artık sistemin çalışmasıdır.
İkincisi, karşılıklı rıza: Akıllı sözleşmede rıza, tarafların önceden belirlenmiş kodu aynı protokol üzerinde çalıştırmalarıyla oluşur. Bu süreçte rızanın oluşumu anlık değil, teknik bir süreçtir. Rıza, bir düşünme eylemi değil, bir işlem sonucudur. Taraflar, kodun yürütülmesine izin verdikleri anda, rızaları sistem tarafından kaydedilir. Rızanın geri alınması, teknik olarak mümkün değildir. Dolayısıyla rıza, hukukta olduğu gibi değişebilir bir irade beyanı değil, deterministik bir olgudur.
Üçüncüsü, sözleşmenin konusu: Akıllı sözleşmenin konusu, çoğu zaman dijital bir varlığın veya bir edimin (örneğin bir token’ın devri, bir veri aktarımı, bir dijital hizmetin sunumu) gerçekleştirilmesidir. Bu konu, genellikle blok zinciri içinde tanımlıdır. Ancak bazı sözleşmeler, zincir dışı (off-chain) varlıklara da atıf yapabilir. Bu noktada oracle mekanizmaları devreye girer ve dış dünya verisini zincir içine taşır. Bu durumda sözleşmenin konusu, sistemsel olarak doğrulanabilir veriye indirgenir.
Dördüncüsü, hukuken korunabilir menfaat: Akıllı sözleşmede taraf menfaatleri, blok zinciri üzerindeki işlemlerin değişmezliği sayesinde korunur. Bu durum, klasik hukukta güven unsurunun yerine geçer. Taraflar, menfaatlerini korumak için mahkemeye değil, sisteme güvenirler. Sistem, doğruluğu ve ifayı kendiliğinden sağlar; hukukun işlevi, burada yalnızca bu mekanizmayı tanımakla sınırlıdır.
2.1.3. Türk Hukuk Sisteminde Akıllı Sözleşmenin Tanımlanabilirliği
Türk hukuk sisteminde akıllı sözleşmelere ilişkin doğrudan bir düzenleme bulunmamakla birlikte, mevcut hukukî kavramlar çerçevesinde bu yapının tanımlanması mümkündür. Akıllı sözleşme, özünde taraflar arasında borç doğuran bir irade açıklaması olduğundan, genel sözleşme kuramı içerisinde değerlendirilmelidir. Ancak burada irade beyanının biçimi farklıdır.
Klasik anlamda sözleşme, taraflar arasında kurulan bir “hukukî bağ”dır; akıllı sözleşmede ise bu bağ, doğrudan kod düzeyinde tesis edilir. Bu yönüyle akıllı sözleşme, “şekle bağlı olmadan kurulan elektronik sözleşme” kategorisine yaklaşmakla birlikte, bundan da farklıdır. Çünkü elektronik sözleşme, yalnızca iletişim aracının dijital olmasıyla klasik sözleşmeden ayrılırken; akıllı sözleşmede dijitalleşen şey, bizzat sözleşmenin kendisidir.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, mevcut Türk hukuk sisteminde “kendine özgü (sui generis)” bir hukukî işlem türü olarak nitelendirilebilir. Bu işlemde irade beyanı, bir söz, imza veya belgeyle değil, bir sistem komutu aracılığıyla yapılır. İradenin geçerliliği, beyanın doğruluğuna değil, sistemin çalışabilirliğine bağlıdır.
Türk Borçlar Hukuku’nun temel ilkesi olan sözleşme serbestisi, bu tür işlemlere esnek bir çerçeve sunar. Taraflar, kanunun emredici hükümlerine ve genel ahlâka aykırı olmamak kaydıyla, edimlerini diledikleri biçimde belirleyebilirler. Akıllı sözleşmelerde de bu ilke geçerlidir; ancak sözleşme artık “metinle kurulan bir irade ilişkisi” değil, “kodu çalıştıran bir işlem bütünlüğü” haline gelmiştir.
2.1.4. “Otomatik İşlem” ile “İrade Beyanı” Arasındaki Fark: Kod–İrade İlişkisi
Akıllı sözleşmelerin teknik doğası, onları klasik sözleşmeden ayıran en belirgin unsurdur. Klasik sözleşmede ifa, tarafların davranışıyla gerçekleşir; akıllı sözleşmede ise ifa, sistem tarafından otomatik olarak yerine getirilir. Bu nedenle akıllı sözleşmelerde, ifa bir insan fiili değil, bir sistem olayıdır.
Bu fark, irade kavramını kökten değiştirir. Çünkü akıllı sözleşmede taraflar, iradelerini bir kez beyan ettikten sonra, bu irade kendi kendine işler. Dolayısıyla artık iradenin devam eden bir kontrolü yoktur. Sistem, iradenin sürekliliğini teknik olarak varsayar.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında bu durum, “iradenin devri değil, iradenin süreklileştirilmesi” olarak açıklanmıştır. Bu noktada hukuk, irade beyanının yorumlanabilirliğini kaybeder; çünkü kod, yoruma kapalıdır. Kod neyi içeriyorsa, sonuç odur. Bu nedenle akıllı sözleşmelerde “irade beyanının anlamı”, yalnızca teknik mantık içinde değerlendirilebilir.
Hukuk açısından bakıldığında, bu yapı, “irade ile sonuç arasındaki bağın kopması” tehlikesini doğurur. Taraf, bir işlemi yaptığında, sistemin onu nasıl yorumlayacağını her zaman tam olarak bilemez. Böyle bir durumda, kodun yürüttüğü sonuç, tarafın arzu ettiği sonucun yerini alır. Bu durum, klasik hukukta “irade sakatlığı” olarak adlandırılan kavramın dijital biçimidir.
2.1.5. Akıllı Sözleşmenin Klasik Sözleşmeden Ayrıldığı Noktalar
Akıllı sözleşmelerin klasik sözleşmeden ayrıldığı başlıca noktalar, üç düzlemde ele alınabilir: (i) iradenin biçimi, (ii) sözleşmenin yürütülmesi, (iii) uyuşmazlık çözümü.
İlk olarak, iradenin biçimi farklıdır. Klasik sözleşmede irade, metinsel veya sözlü olarak açıklanır; burada ise irade, teknik bir sistemin işlevi haline gelir. Beyan, kelimelerle değil, kodlarla yapılır.
İkincisi, sözleşmenin yürütülme biçimi farklıdır. Klasik hukukta sözleşme, ifa edilene kadar tarafların iradesine tabidir; akıllı sözleşmede ise sistem, ifayı kendiliğinden gerçekleştirir. İfa, rıza dışına taşınmıştır. Bu durum, hukukun temelinde yer alan “ifa özgürlüğü” ilkesini teknik olarak sınırlandırır.
Üçüncüsü, uyuşmazlık çözümü farklıdır. Klasik sistemde uyuşmazlıklar yargı veya tahkim yoluyla çözülür; akıllı sözleşmelerde ise uyuşmazlık, sistem tarafından otomatik olarak “önlenir”. Çünkü her ihtilaf potansiyeli, kodun deterministik işleyişiyle ortadan kaldırılmıştır. Ancak bu durum, adaletin gerçekleşmesi bakımından yeni sorunlar doğurur: her zaman doğru çalışan sistem, her zaman adil sonuç üretmeyebilir.
Ara Sonuç: Kodun Sözleşme Hukukundaki Normatifleşmesi
Netice itibarıyla, akıllı sözleşme, klasik hukukta yalnızca bir teknik yenilik olarak değil, sözleşme teorisinin yeniden biçimlenmesi olarak değerlendirilmelidir. Çünkü burada irade, metinle değil, işlemle ifade edilmekte; güven, kurumsal otoriteyle değil, sistemin deterministik doğasıyla sağlanmakta; ifa, taraf fiiliyle değil, algoritmik yürütümle gerçekleşmektedir.
Bu bağlamda akıllı sözleşme, klasik sözleşme hukukunun temellerine karşı bir meydan okuma değil, onun dijital biçimidir. O, iradenin yokluğunu değil, yeni biçimini temsil eder. Kod, insanın iradesini ortadan kaldırmaz; yalnızca onu “sürekli ve değişmez” hale getirir. Dolayısıyla hukuk, bu dönüşümü yalnızca teknik bir yenilik olarak değil, sözleşme kavramının evrimi olarak ele almak zorundadır.
2.2. AKILLI SÖZLEŞMELERİN BORÇLAR HUKUKU AÇISINDAN NİTELİĞİ
Borçlar hukuku, modern hukuk sisteminin özünü oluşturan temel alanlardan biridir. Zira borç ilişkisi, yalnızca ekonomik bir edim ilişkisinden ibaret değildir; aynı zamanda toplumsal güvenin hukukî ifadesidir. Taraflar arasında doğan her borç, yalnızca bir şeyin verilmesini veya yapılmasını değil, aynı zamanda taraflar arasında bir “hukukî bağın” kurulmasını temsil eder. Bu bağ, beyan, rıza, edim ve ifa kavramları üzerine kuruludur. Ancak akıllı sözleşmelerin doğuşu, bu klasik yapıyı kökten dönüştürmüştür. Çünkü burada artık borç, insanın değil, sistemin kendisinin ürettiği ve yönettiği bir ilişkidir.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında vurgulandığı üzere, akıllı sözleşme kavramı borç ilişkisini otomatikleştirmiştir. Borç artık, tarafların sürekli kontrolüne tabi bir yükümlülük değil, bir kez kodlandıktan sonra kendi kendine doğan, ifa edilen ve sona eren bir sistemsel süreçtir. Bu nedenle akıllı sözleşmeler, borçlar hukukunun “insan iradesine dayalı yükümlülük” anlayışını “sistem mantığına dayalı işlevsel yükümlülük”e dönüştürmüştür.
Bu dönüşüm, klasik borçlar hukukunun dört temel sütununu — geçerlilik, irade sakatlığı, ifa ve sorumluluk — yeniden tanımlamayı zorunlu kılar.
2.2.1. Sözleşme Serbestisi İlkesi ve Dijital Sözleşme Serbestliği
Borçlar hukukunun merkezinde yer alan sözleşme serbestisi ilkesi, tarafların edimlerini ve sözleşmenin içeriğini serbestçe belirleme özgürlüğünü ifade eder. Bu özgürlük, hukukî ilişkilerin devletin doğrudan müdahalesi olmaksızın taraf iradeleriyle şekillenebilmesini sağlar. Ancak bu ilke, dijital sözleşmeler bağlamında biçim değiştirir.
Akıllı sözleşmelerde serbestlik, tarafların sistem üzerinde tanımladıkları algoritmaların kesinliğiyle sınırlanır. Taraflar, sözleşmeyi kurarken özgürdür; fakat sistem çalışmaya başladığında, bu özgürlük sona erer. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “iradenin bir kez beyan edildikten sonra mutlak bir biçimde bağlayıcı hale gelmesi” olarak açıklanır. Klasik hukukta taraf iradeleri yorumlanabilir ve gerektiğinde değiştirilebilirken, akıllı sözleşmede irade bir kez kodlandığında, artık geri alınamaz.
Dolayısıyla burada sözleşme serbestisi, yalnızca kuruluş anında geçerlidir. İfa aşamasında sistemin deterministik doğası, bu serbestliği ortadan kaldırır. Bu yapı, hukukun irade özerkliğine dayalı adalet anlayışını teknik zorunluluklarla sınırlandırır.
Bu yönüyle akıllı sözleşmeler, hukukî anlamda “kendiliğinden yürütülen irade” (self-executing intent) kavramını doğurur. Taraflar, bir yandan özgür iradeleriyle sözleşmeyi kurmakta; diğer yandan bu iradeyi sistemin kendi kurallarına teslim etmektedir. Böylece özgürlük, kendi kendini sınırlayan bir biçim alır.
2.2.2. Geçerlilik Koşulları: Şekil, Konu, Ehliyet ve Sebep
Klasik borçlar hukukunda bir sözleşmenin geçerliliği, belirli unsurlara bağlıdır: şekil şartı, konunun belirli ve mümkün olması, tarafların ehliyeti ve sözleşmenin hukuken meşru bir sebebe dayanması. Akıllı sözleşmeler bu unsurların her biri açısından farklı sorunlar ortaya çıkarır.
Şekil bakımından, akıllı sözleşmeler genellikle yazılı bir metin içermez. Kodun kendisi, sözleşmenin tamamını oluşturur. Bu durum, şekil serbestisine dayanan hukuk sistemlerinde sorun yaratmasa da, şekle bağlı işlemlerde (örneğin taşınmaz satışında) teknik bir geçersizlik doğurabilir. Çünkü sistem, iradenin varlığını ispatlayabilir; ancak şekil şartının yerine getirilip getirilmediğini belirleyemez.
Konu bakımından, akıllı sözleşmelerin çoğu dijital varlıklara veya sistem içi edimlere ilişkindir. Ancak bazı akıllı sözleşmeler, dış dünyadaki varlıkları da kapsar (örneğin fiziksel bir malın teslimi). Bu durumda, konunun “mümkünlük” şartı oracle sistemlerinin doğruluğuna bağlı hale gelir. Eğer oracle yanlış veri gönderirse, sözleşmenin konusu hukuken imkânsız hale gelebilir.
Ehliyet bakımından, dijital kimlik sistemleri yeni bir temsil biçimi yaratmıştır. Artık taraf, bir kişi olarak değil, bir anahtar sahibi olarak işlem yapar. Bu durumda ehliyet, medeni hakları kullanma yeteneğinden değil, özel anahtarın sahipliğinden doğar. Bu, hukukta ilk kez teknik ehliyet kavramının ortaya çıkmasına yol açar.
Sebep bakımından, akıllı sözleşmelerde işlem sebebi çoğu zaman teknik olarak tanımlanmaz. Sistem yalnızca koşul–sonuç ilişkisini işler; neden–sonuç ilişkisini bilmez. Dolayısıyla bir işlemin “sebebi” sistem açısından anlamlı değildir. Ancak hukuk açısından sebep, işlemin meşruiyetinin temelidir. Bu nedenle sistemsel doğruluk, her zaman hukukî geçerlilik anlamına gelmez.
2.2.3. İrade Sakatlığı: Hata, Hile, İkrah ve Kodlama Yanılgısı
Klasik borçlar hukukunda irade sakatlığı, tarafın iradesini serbestçe açıklayamaması veya hatalı bir beyanla işlem yapması durumunda ortaya çıkar. Ancak akıllı sözleşmelerde irade, doğrudan kod üzerinden açıklandığı için bu kavramların uygulanması güçleşir.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında belirtildiği üzere, akıllı sözleşmede “hata” iki biçimde ortaya çıkabilir: (i) tarafın sözleşme içeriğini yanlış anlaması, (ii) kodun teknik bir hata içermesi. İlk tür, klasik anlamda irade sakatlığına; ikincisi ise “sistemsel hata”ya karşılık gelir. Hukuk açısından bu iki durum aynı değildir; çünkü birincisi iradeye, ikincisi sisteme ilişkindir.
Hata (error): Taraf, kodun işleyiş mantığını eksik anladıysa, işlem sonucunun farklı olması kendi sorumluluğundadır. Sistem, hatayı düzeltmez. Bu nedenle akıllı sözleşmelerde “hata”nın sonuç doğurması, yalnızca insan iradesine bağlı değildir; sistem hatayı “doğru bir sonuç” olarak kabul eder.
Hile (fraud): Kodun kasıtlı biçimde hatalı yazılması veya manipüle edilmesi durumunda söz konusu olur. Ancak sistem, hileyi teknik olarak algılayamaz; çünkü kodun niyetini bilmez. Bu durumda hile, yalnızca dış denetim veya sistem dışı inceleme ile tespit edilebilir.
İkrah (coercion): Akıllı sözleşmelerde zor kullanma veya tehdit genellikle sistem dışı baskı biçiminde gerçekleşir. Sistem, iradenin özgür olup olmadığını değerlendiremez. Bu da akıllı sözleşmelerin adalet ekseninde en zayıf noktasını oluşturur: sistem, özgürlüğün varlığını varsayar.
Dolayısıyla akıllı sözleşmelerde irade sakatlığı kavramı, klasik anlamını kaybeder. Burada “hata”nın düzeltilmesi teknik olarak mümkün değildir; çünkü kod değişmez. Bu nedenle hukukî anlamda iptal, sistemsel olarak yalnızca yeni bir işlemle mümkündür.
2.2.4. Kodlama Hataları ve “Hüküm Doğurucu Hata” Ayrımı
Kodlama hatası, akıllı sözleşmelerin en karakteristik riskidir. Kodun yanlış yazılması, sistemin beklenmeyen bir sonuca ulaşmasına yol açabilir. Bu durum, klasik hukukta “yazım hatası”na benzer görünse de, etkisi çok daha büyüktür. Çünkü blok zincirinde bir kez yürütülen işlem geri alınamaz; hata, zincire kalıcı olarak işlenir.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “hüküm doğurucu hata” olarak nitelendirilmiştir. Yani hata, yalnızca bir eksiklik değil, aynı zamanda bir sonuçtur. Kod yanlış çalışsa bile, sistem onu doğru kabul eder. Bu yönüyle blok zinciri, “yanlışın doğruya dönüşebildiği” tek hukukî düzendir.
Bu noktada hukuk ile sistem arasındaki fark keskinleşir: Hukuk, hatayı düzeltmeyi amaçlar; sistem, hatayı kaydeder. Bu nedenle kodlama hataları, yalnızca teknik müdahale veya “hard fork” gibi topluluk kararlarıyla giderilebilir. Ancak bu tür müdahaleler, blok zincirinin değişmezlik ilkesine zarar verir. Böylece hukukî adalet ile teknik istikrar arasında yeni bir gerilim doğar.
2.2.5. Sebepsiz Zenginleşme ve Haksız İfa Sorunları
Akıllı sözleşmelerde sistemsel hatalar veya yanlış kodlamalar nedeniyle bir tarafın sebepsiz zenginleşmesi mümkündür. Ancak bu durumda “haksız kazanç” kavramı teknik olarak tespit edilse bile, sistemsel olarak düzeltilmesi mümkün değildir. Çünkü blok zinciri, geçmiş işlemleri değiştirme yetkisine sahip değildir.
Decentralized Finance kaynağında bu durum “geri döndürülemez hatalı ifa” olarak tanımlanır. Yani işlem hatalıdır, fakat geçerliliğini korur. Hukuk açısından bu, “sebepsiz zenginleşme” olarak nitelendirilebilecek bir durumdur; sistem açısından ise “tamamlanmış bir işlem”dir.
Bu bağlamda akıllı sözleşmeler, klasik hukukta yer alan “iade” kurumunu da işlevsiz hale getirir. Çünkü sistemde iade, yalnızca yeni bir işlemle mümkündür. Bu da adaletin sistem içinden değil, sistem dışından sağlanabileceği anlamına gelir.
2.2.6. Üçüncü Kişinin Sorumluluğu: Geliştirici, Oracle Sağlayıcı ve Kullanıcı
Akıllı sözleşmelerde sorumluluk çoğu zaman yalnızca taraflar arasında değil, üçüncü kişiler arasında da doğar. Kod geliştiricisi, oracle sağlayıcısı veya sistem yöneticisi gibi aktörler, sözleşmenin teknik işleyişinden dolaylı biçimde sorumludur.
Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynağında bu durum, “gölge taraflar (shadow parties)” olarak adlandırılmıştır. Bu kişiler doğrudan taraf değildir, ancak sistemin doğru çalışması onların eylemine bağlıdır.
Geliştiricinin kodu hatalı yazması, oracle’ın yanlış veri göndermesi veya sistemin manipülasyona uğraması durumunda ortaya çıkan zararlar, klasik hukukta kusur sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilebilirdi. Ancak akıllı sözleşmelerde nedensellik bağı, teknik olarak kesintiye uğrar. Çünkü eylem, doğrudan sonucu doğurmaz; sonuç, sistemin kendi içinde üretilir.
Bu nedenle blok zinciri ekosisteminde sorumluluk, klasik anlamda fail–sonuç ilişkisine değil, “katkı–etki zincirine” dayanır. Hukuken bu yapı, kusursuz sorumlulukla yakınlık gösterse de, teknik olarak kolektif bir sorumluluk biçimidir.
Ara Sonuç: Borç İlişkisinin Otomatikleşmesi ve Hukukî Esneklik Sorunu
Netice itibarıyla akıllı sözleşmeler, borç ilişkisinin yalnızca içeriğini değil, doğasını da değiştirmiştir. Artık borç, iki taraf arasında kurulan dinamik bir yükümlülük değil; sistem tarafından yürütülen statik bir algoritmadır.
Bu dönüşüm, hukukî güvenliğin teknik kesinlikle, adaletin ise sistemsel doğrulukla yer değiştirmesine yol açmıştır. Hukuk, artık iradeyi değil, kodu; hatayı değil, sonucu; sebebi değil, işleyişi tartışmaktadır.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler borçlar hukukunu ortadan kaldırmamış; onu dijital biçimde yeniden üretmiştir. Ancak bu yeni biçim, hukukun özünü — yani insanın karar verme yetisini — teknik zorunlulukla sınırlandırır. Hukukun görevi, bu teknik determinizmi anlamak ve onu adaletle dengelemektir.
2.3. AKILLI SÖZLEŞMELERİN İFA VE BORÇ İLİŞKİLERİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Borçlar hukukunun kalbinde yer alan kavram, “ifa”dır. Çünkü ifa, yalnızca bir edimin yerine getirilmesini değil, aynı zamanda hukukun güven mekanizmasının fiilen işletilmesini temsil eder. Taraflar arasındaki borç ilişkisi, ifa anında somutlaşır; güven, beyanla değil, yerine getirilmiş edimle doğrulanır. Ancak akıllı sözleşmeler, bu kadim yapıyı temelden dönüştürmüştür. Zira burada ifa, artık insan fiilinin değil, sistemin işleyişinin bir sonucudur.
Blok zinciri tabanlı akıllı sözleşmeler, ifa kavramını insan iradesinden kopararak algoritmik bir kesinliğe bağlamıştır. Taraflar, edimlerini doğrudan yerine getirmez; kod, edimleri önceden belirlenmiş koşulların gerçekleşmesi üzerine otomatik olarak yürütür. Böylece ifa, insanın sorumluluğuna değil, sistemin determinizmine dayanır. Bu dönüşüm, hukuk teorisinde ifa kavramının hem zaman hem irade hem de sonuç bakımından yeniden tanımlanmasını gerektirir.
2.3.1. İfanın Teknikleşmesi: Kendiliğinden İfa (Self-Execution) Kavramı
Akıllı sözleşmelerin en ayırt edici özelliği, “self-execution” yani kendiliğinden ifa ilkesine dayanmasıdır. Bu yapı, borcun yerine getirilmesini insan davranışından bağımsız hale getirir. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum, “iradenin işlevselleşmesi” olarak adlandırılmıştır: Taraflar, bir kez iradelerini kodladıklarında, sistem o iradeyi kendi mantığı çerçevesinde yürütür.
Klasik borçlar hukukunda ifa, borçlunun davranışıyla gerçekleşir; borçlu, edimi yerine getirir ve böylece borç sona erer. Akıllı sözleşmede ise borçlu, edimi yerine getirmez — sistem getirir. Borç, algoritmik koşulların gerçekleşmesiyle kendiliğinden ifa edilir. Bu nedenle borçlu kavramı, bir özne olmaktan çıkıp teknik bir kimliğe bürünür.
Bu durum, ifa kavramının özündeki etik ve iradî boyutu zayıflatır. Klasik hukukta ifa, borçlunun sadakatini ve sözleşmeye bağlılık iradesini yansıtırken, akıllı sözleşmede bu sadakat artık “kodun dürüstlüğü”ne dönüşür. The Law of Blockchain çalışmasında belirtildiği üzere, blok zinciri “insanın değil, sistemin sadakati” üzerine kurulu bir güven modelidir. Dolayısıyla ifa, artık ahlâkî değil, mekanik bir kategoridir.
Hukuk açısından bu durum, ifanın irade teorisi ile bağını koparır. Borçlunun edimi yerine getirme iradesi, sistemin algoritmasına devredilmiştir. İfa, tarafların eylemiyle değil, “önceden yazılmış koşulun” gerçekleşmesiyle doğar. Böylece hukukî sonuç, beşerî davranıştan değil, teknik yürütmeden türetilir.
2.3.2. İfa Zamanı, Gecikme ve Teknik Gerçekleşme Anı
Klasik hukukta ifa zamanı, taraflarca belirlenebilir veya kanunen öngörülebilir; ifa süresinin aşılması, temerrüt ve gecikme gibi kurumları doğurur. Ancak akıllı sözleşmelerde ifa zamanı, sistemin işlem doğrulama süresine bağlıdır. Bu durumda “ifa anı”, insanın belirlediği bir takvim değil, ağın mutabakat anıdır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri sistemlerinde zaman, lineer değil, konsensüsle belirlenmiş bir dijital süreklilik olarak işler. Her işlem bir blokta onaylandığı anda ifa gerçekleşmiş sayılır. Bu nedenle ifa anı, tarafların beyanına değil, sistemin işlem kaydına bağlıdır.
Bu yapı, hukukun “ifa zamanı” kavramını teknik bir olguya dönüştürür. Taraflardan biri, sistemin belirlediği süreci durduramaz; ifa, işlem onaylandığı anda tamamlanır. Bu nedenle klasik anlamda “gecikme” kavramı da teknik anlamda varlık göstermez. Sistem gecikmez; yalnızca işlem doğrulama süresi uzayabilir. Ancak bu uzama, teknik bir işlem süresi olduğu için hukuken “temerrüt” doğurmaz.
Bu noktada blok zincirinin zaman anlayışı ile hukukun zaman anlayışı arasındaki fark ortaya çıkar. Hukukta zaman, davranışla ölçülür; sistemde ise işlemle. Hukukta zamanın akışı sürekli ve geri döndürülebilirdir; blok zincirinde ise her blok, zamanın mutlak bir “durağı”dır. Bu nedenle sistem, geçmişi yeniden yazmaz; yalnızca geleceği kaydeder.
2.3.3. İfa İmkânsızlığı ve Sistemsel Hata Durumları
Klasik hukukta ifa imkânsızlığı, edimin yerine getirilmesinin objektif veya sübjektif olarak mümkün olmaması durumudur. Ancak akıllı sözleşmelerde “imkânsızlık” kavramı, tamamen teknik parametrelerle belirlenir. Bir sistem hatası, bir node (düğüm) çökmesi veya oracle’dan gelen hatalı veri, ifayı engelleyebilir.
Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynağında bu durum “teknik imkânsızlık” olarak adlandırılmıştır. Sistem, ifayı gerçekleştiremezse, sözleşme hukuken değil, teknik olarak durur. Ancak blok zinciri, deterministik bir sistem olduğu için, teknik olarak gerçekleşmeyen bir ifayı yeniden başlatmak mümkün değildir.
Bu durum, “ifanın imkânsızlaşması” kavramının yeniden yorumlanmasını gerektirir. Klasik hukukta ifa imkânsızlığı, borçlunun kusuru veya mücbir sebep gibi beşerî faktörlere dayanır; akıllı sözleşmede ise ifanın imkânsızlığı, sistemin kod veya altyapı hatasından kaynaklanır. Bu nedenle imkânsızlık, artık “doğa olayları” veya “insan davranışı”yla değil, “veri bozulması” ve “protokol arızası”yla açıklanır.
Sistemin ifayı gerçekleştirememesi durumunda, borç ilişkisinin sona erip ermeyeceği sorusu ortaya çıkar. The Law of Blockchain kaynağında bu durum “bozuk protokolün hukukî sessizliği” olarak ifade edilmiştir. Sistem, edimi yerine getiremediğinde, hukuken bu durumun sonuçları belirsizdir. Çünkü sistemin başarısızlığı, irade eksikliğinden değil, teknik uyumsuzluktan doğar.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmelerde ifa imkânsızlığı, klasik hukukta olduğu gibi borcun sona ermesi sonucunu doğurmaz; sistem yalnızca edimi “askıya alır”. Bu askı hali, teknik olarak çözülmedikçe borç ilişkisinin varlığı devam eder.
2.3.4. Gecikme, Ayıplı İfa ve Oracle Hataları
Klasik borçlar hukukunda ifanın gecikmesi veya ayıplı olması, borçlunun kusuru veya ihmalinden kaynaklanır. Oysa akıllı sözleşmelerde, “kusur” kavramı anlamsızlaşır; çünkü sistemde hiçbir eylem bilinçli değildir. Kod, her koşulda önceden belirlenmiş biçimde çalışır.
Bu durumda gecikme, ancak ağın işlem onaylama hızındaki düşüşten kaynaklanabilir. Ancak bu tür gecikmeler teknik olduğu için, hukukî anlamda temerrüt sayılmaz. Çünkü sistem, iradeye dayalı değil, konsensüs tabanlı çalışır. Decentralized Finance kaynağında belirtildiği üzere, “sistem geç kalmaz; yalnızca doğrulama süresi uzar.”
Ayıplı ifa ise daha karmaşık bir sorundur. Kodun yanlış çalışması, sözleşmenin eksik veya hatalı yürütülmesine yol açabilir. Ancak sistem açısından bakıldığında, bu durum “ayıp” değildir; çünkü sistem, programlandığı gibi çalışmıştır. Bu nedenle ayıplı ifa, yalnızca insan açısından anlamlıdır. Sistem açısından her sonuç doğrudur; çünkü kod, kendi mantığına göre tutarlıdır.
Oracle hataları ise akıllı sözleşmelerin en tipik ifa aksaklıklarını oluşturur. Oracle, dış dünyadan veri alır ve bu veriyi sözleşmeye aktarır. Eğer oracle yanlış bilgi gönderirse, sözleşme hatalı biçimde ifa edilir. Ancak sistem açısından bu durum, geçerli bir ifadır; çünkü veri onaylanmıştır. Dolayısıyla hukukî açıdan ifa hatalı olsa da, teknik açıdan tamamlanmıştır.
Bu durumda ortaya çıkan adalet sorunu, kodun ve hukukun farklı doğruluk anlayışlarından kaynaklanır. Hukuk, gerçeğe yaklaşmayı amaçlar; kod ise tutarlılığı sürdürmeyi. Bu nedenle blok zincirinde hatalı ifa, “doğru işleyen yanlış sonuç” olarak ortaya çıkar.
2.3.5. Borcun Sona Ermesi: Teknik Gerçekleşme ile Hukukî İfa Arasındaki Ayrım
Klasik hukukta borcun sona ermesi, borçlunun edimini ifa etmesiyle gerçekleşir. Bu, taraflar arasındaki hukukî bağın ortadan kalktığı andır. Akıllı sözleşmede ise borç, edim gerçekleştiğinde değil, sistemin edimi kayda geçtiği anda sona erer.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “ifanın matematiksel tamamlanması” olarak tanımlanmıştır. İfa, insanın edimiyle değil, sistemin kaydıyla ölçülür. Dolayısıyla borcun sona ermesi, fiilî bir olgu değil, sayısal bir durumdur.
Bu yapı, hukukta ifanın anlamını kökten değiştirir. Artık borç, ifa edildiği için değil, sistemin onu “tamamlandı” olarak işaretlemesi nedeniyle sona erer. Bu durumda borcun sona erme anı, tarafların iradesiyle değil, sistemin mutabakatıyla belirlenir.
Bu fark, özellikle sistemsel hatalarda hukuken karmaşık sonuçlar doğurur. Bir işlem teknik olarak tamamlanmış olsa bile, hukuken edim eksik veya geçersiz olabilir. Ancak blok zinciri, geçmiş kayıtları değiştirmeye izin vermez. Bu durumda hukuk, geçmişe değil, geleceğe müdahale edebilir. Bu da “müdahalesiz adalet” kavramını gündeme getirir: hukuk, geçmişi düzeltemez; yalnızca geleceği yönlendirebilir.
Ara Sonuç: İfa Kavramının Ontolojik Dönüşümü
Netice itibarıyla akıllı sözleşmeler, borç ilişkisinin merkezinde yer alan ifa kavramını teknik bir olguya dönüştürmüştür. Artık ifa, bir davranış değil, bir olaydır; bir yükümlülük değil, bir süreçtir.
Bu dönüşüm, hukukun insan iradesine dayalı özünü sarsmakta; iradeyi sistemin deterministik doğasına teslim etmektedir. Artık borçlunun dürüstlüğü değil, kodun hatasızlığı önemlidir. Hukuk, güveni kişiden alıp algoritmaya devretmiştir.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler borçlar hukukunun en temel kavramlarından biri olan ifa anlayışını dönüştürmekle kalmamış; aynı zamanda hukukun zaman, sorumluluk ve sonuç kavramlarını da yeniden tanımlamıştır. Hukukî sonuç artık bir yargının değil, bir blok onayının ürünüdür.
2.4. AKILLI SÖZLEŞMELERDE İRADE, RIZA VE HUKUKÎ İŞLEM TEORİSİ
İrade kavramı, hukuk düşüncesinin en eski ve en köklü alanlarından biridir. Hukuk düzeni, tarih boyunca insan iradesini hem korunan hem sınırlandırılan bir güç olarak görmüş; hukukî işlem kavramını da bu iradenin dışa yansıması olarak tanımlamıştır. Ne var ki, akıllı sözleşmelerin ortaya çıkışıyla birlikte iradenin doğası ve ifadesi radikal biçimde değişmiştir. Zira blok zinciri, insan iradesini dış dünyaya yansıtan bir araç olmaktan çıkararak, onu sistemin içine kodlayan bir mekanizmaya dönüştürmüştür. Bu durumda irade artık bir “beyan” değil, bir “veri”dir; bir niyet değil, bir “protokoldür.”
2.4.1. İrade Teorileri Açısından Akıllı Sözleşmelerin Yeniden Değerlendirilmesi
Klasik hukuk teorisinde iradenin yorumlanması üç temel yaklaşım etrafında şekillenmiştir: irade teorisi, beyan teorisi ve güven teorisi. İrade teorisine göre sözleşmenin bağlayıcılığı, tarafların gerçek iradesine dayanır; beyan teorisi ise iradeden ziyade dışa açıklanan beyanın esas alınması gerektiğini savunur; güven teorisi ise karşı tarafın beyana güveninin korunmasını merkeze alır. Bu üç teori, insan davranışına özgü bir irade modelini varsayar.
Ne var ki akıllı sözleşmelerde bu üçlü yapı işlevsiz hale gelir. Çünkü burada “gerçek irade” ile “beyan” arasındaki fark ortadan kalkar; kod, her ikisini de temsil eder. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum “irade ile beyanın aynı veri yapısına indirgenmesi” olarak tanımlanmıştır. Artık bir tarafın iradesi, onun yazdığı kod satırlarından ibarettir; beyan, bu kodun çalışmasıyla gerçekleşir.
İrade teorisi açısından bakıldığında, akıllı sözleşmelerde irade yalnızca bir defa, sistemin kurulumu sırasında açıklanır. Bu andan sonra sistem, iradeyi sürekli olarak yürütür. Dolayısıyla irade, süreksiz bir eylem değil, süreklilik arz eden bir durum haline gelir. Bu, irade teorisinin özündeki “öznel niyet” kavramını anlamsız kılar; zira artık niyet yoktur, yalnızca algoritmik işlev vardır.
Beyan teorisi bakımından ise durum daha da farklıdır. Klasik hukukta beyan, yorumlanabilir bir iletişimdir; burada ise kod, yoruma kapalıdır. Kodun anlamı, yazıldığı biçimdedir; farklı yorumlar mümkün değildir. Bu nedenle akıllı sözleşmeler, “yorumlanamaz beyan” modelini ortaya çıkarır. Hukukî yorumun alanı ortadan kalkar; beyanın doğruluğu, anlamıyla değil, işleviyle ölçülür.
Güven teorisi açısından da önemli bir dönüşüm yaşanır. Zira artık güven, taraflar arasındaki rızaya değil, sistemin çalışabilirliğine dayanır. Taraf, karşısındakine değil, protokole güvenir. The Law of Blockchain kaynağında ifade edildiği gibi, blok zinciri “güveni beşerî ilişkiden teknik yapıya devreden” bir sistemdir. Dolayısıyla güvenin kaynağı, artık ahlâkî değil, matematiksel bir nitelik taşır.
Bu çerçevede akıllı sözleşmeler, klasik irade teorilerinin hiçbirine tam olarak oturmaz; çünkü burada irade, bilinçle değil, sistemle bütünleşmiştir. Artık “irade” bir beyanın arkasındaki psikolojik gerçeklik değil, bir protokolün işlem mantığıdır.
2.4.2. Kodlanmış İrade ve Algoritmik Rıza Kavramı
Akıllı sözleşmelerde taraf iradeleri, metin veya söz aracılığıyla değil, kodun tanımladığı işlevler aracılığıyla açıklanır. Taraf, bir fonksiyonu belirlediğinde, bu fonksiyonun çalışmasını da kabul etmiş olur. Bu yapı, “kodlanmış irade” kavramını doğurur.
An Overview on Smart Contracts ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında bu kavram, “iradenin algoritmik formu” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, klasik irade beyanının yerine geçen teknik bir modeldir. Artık rıza, kelimelerle değil, sistem komutlarıyla açıklanır. Taraf, bir fonksiyonun çalışmasına onay verdiğinde, bu onay hem irade beyanını hem de ifa yetkilendirmesini içerir.
Bu durumda “algoritmik rıza” kavramı ortaya çıkar. Rıza, insanın bilinçli bir kararı olmaktan çıkıp, sistemsel bir kabul sürecine dönüşür. Taraf, rızasını yalnızca bir kez verir; sistem, bu rızayı kalıcı hale getirir. Böylece rıza, klasik anlamda geri alınabilir bir beyan olmaktan çıkar; deterministik bir veri halini alır.
The Law of Blockchain metninde belirtildiği üzere, algoritmik rıza, klasik hukukta bulunan “rıza özerkliği” kavramını yeniden tanımlar: burada özerklik, rızanın sürekliliğiyle değil, sistemin bütünlüğüyle ölçülür. Taraf, sistemin kurallarına uymayı bir defa kabul ettiğinde, bu kabulün sonuçları sonsuza dek geçerlidir. Bu yönüyle akıllı sözleşmeler, rıza kavramını özgürlükten değil, süreklilikten türetir.
Bu yapı, hukukun “rızanın dinamikliği” ilkesine meydan okur. Klasik hukukta taraf, rızasını iptal edebilir veya değiştirebilir; burada ise bu mümkün değildir. Kod, rızayı yürütür, ancak geri almaz. Rızanın değiştirilememesi, hukukta “irade değişikliği” kavramını da işlevsiz kılar.
Sonuç itibarıyla, algoritmik rıza kavramı, insan iradesinin teknik biçimde sabitlenmesidir. Hukuk, burada iradeyi değil, sistemsel doğruluğu korur.
2.4.3. Hukukî İşlem Teorisi Bakımından Akıllı Sözleşmelerin Niteliği
Hukukî işlem, insan iradesinin hukukî sonuç doğurmak amacıyla açıklanmasıdır. Bu tanım, iki unsuru içerir: (i) iradenin açıklanması, (ii) hukukî sonuç doğurma amacı. Akıllı sözleşmeler bu tanımı hem teyit eder hem de genişletir.
Birincisi, akıllı sözleşmelerde irade açıklanmıştır; ancak bu açıklama bir söz veya yazı aracılığıyla değil, kod aracılığıyla yapılmıştır. Dolayısıyla burada irade açıklaması vardır, fakat beyan biçimi değişmiştir.
İkincisi, hukukî sonuç doğurma amacı sistemde doğrudan kodla ifade edilir. Tarafların amacı, kodun çalışmasıyla somutlaşır. Bu anlamda akıllı sözleşmeler, hukukî işlem tanımının unsurlarını taşır; ancak “insan müdahalesine gerek kalmadan sonuç doğuran” bir yapıdadır.
The Law of Blockchain kaynağında akıllı sözleşme, “tamamlanmış hukukî işlem” olarak değil, “yürüyen hukukî süreç” olarak tanımlanır. Bu tanım, hukukî işlemi statik bir beyan olmaktan çıkarıp, dinamik bir sistem davranışına dönüştürür. Artık işlem, bir an değil, bir süreçtir; irade, tek bir noktada değil, sürekli bir akışta var olur.
Bu durumda akıllı sözleşmelerin hukukî işlem olarak kabul edilebilmesi, “irade beyanının yerine sistem davranışının geçip geçemeyeceği” sorusuna bağlıdır. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu soru “davranışın iradeye dönüşmesi” olarak tartışılmış; kodun belirli koşullarda irade yerine geçebileceği kabul edilmiştir.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, teknik olarak “self-executing legal acts” yani “kendiliğinden yürütülen hukukî işlemler” kategorisine dâhildir. Ancak burada klasik anlamda hukukî işlem ile teknik işlem arasında bir üst üste binme hali (overlap) söz konusudur: Kod, hem ifayı hem irade beyanını aynı anda gerçekleştirir.
2.4.4. İrade Beyanının Zaman ve Yer Unsurları Bakımından Sistemsel Yorumu
Klasik hukukta irade beyanının geçerlilik zamanı ve yeri, işlemin hükümlerini doğrudan etkiler. Bir beyan, karşı tarafa ulaştığı anda hüküm doğurur; işlemin kurulduğu yer, hukuken yetkili yargı yerinin belirlenmesinde önem taşır.
Akıllı sözleşmelerde ise ne “ulaşma” ne de “yer” kavramı klasik biçimde uygulanabilir. Çünkü beyan, bir kişiye değil, bir ağa yöneltilir. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum “dağıtık beyan” olarak tanımlanır. Tarafın irade beyanı, tüm ağ düğümlerine aynı anda ulaşır; dolayısıyla ulaştığı an, beyanın yapıldığı andır.
Bu yapıda beyanın “yer” unsuru da anlamını kaybeder. Çünkü blok zinciri, coğrafî bir mekâna bağlı değildir; ağ küreseldir. Bir işlem, aynı anda dünyanın her yerinde gerçekleşmiş sayılır. Bu durumda “sözleşmenin kurulduğu yer” kavramı, teknik olarak varlığını sürdüremez.
Zaman açısından da benzer bir dönüşüm söz konusudur. Blok zinciri, her işlemi kronolojik sırayla kaydeder; ancak bu zaman, insanın ölçtüğü lineer zamandan farklıdır. Burada zaman, blokların ardışıklığıyla ölçülür. Bu nedenle bir beyanın “ulaşma anı” değil, “blok onay anı” esas alınır.
Bu farklılıklar, hukukun yer ve zaman kavramlarını yeniden düşünmesini gerektirir. Çünkü blok zinciri çağında hukukî işlemler, artık bir mekânda ve zamanda değil, bir sistem anında gerçekleşir.
2.4.5. İrade ile Sonuç Arasındaki Kopuş: Kodun Otonomlaşması
Akıllı sözleşmelerin en temel paradoksu, iradenin bir kez açıklanmasından sonra sonuçların artık iradeye bağlı olmamasıdır. Taraf, iradesini beyan eder, ancak sonuçlar sistemin mantığına göre doğar. Bu durumda irade ile sonuç arasında bir kopuş yaşanır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “iradenin özerkliğini aşan sonuç” olarak tanımlanmıştır. Taraf, işlem sonucunu öngörse de, kodun her olasılığı nasıl yorumlayacağını tam olarak bilemez. Dolayısıyla irade, kendi sonucunu belirleme gücünü kaybeder.
Bu yapı, hukukî işlem teorisinin temelinde yer alan “amaç–sonuç uyumu”nu bozar. Klasik hukukta bir işlem, tarafların amaçladığı sonuca ulaştığında geçerlidir; akıllı sözleşmede ise sonuç, amaçtan bağımsız olarak doğabilir. Bu, hukukun irade teorisini değil, sonuç teorisini öne çıkaran bir sistem doğurur.
Sonuç itibarıyla akıllı sözleşmelerde “irade ile sonuç arasındaki bağın kopması”, normatif öngörülebilirliği artırırken, adaletin öznel yönünü zayıflatır. Hukuk, tarafın niyetini değil, sistemin çıktısını esas almak zorunda kalır. Böylece hukukî işlem, insanın eyleminden değil, sistemin davranışından türeyen bir kategoriye dönüşür.
Ara Sonuç: İradenin Sistemle Bütünleşmesi ve Hukukun Yeni Ontolojisi
Akıllı sözleşmeler, hukukî işlem kavramını kökten dönüştürmüştür. Artık irade, öznenin bilincinde değil, sistemin işleyişinde bulunur. Rıza, özgürlüğün değil, deterministik kabulün sonucudur. Hukukî işlem, kelimelerin değil, algoritmaların mantığıyla ifade edilir.
Bu dönüşüm, hukuku insandan koparan değil, insan iradesinin teknolojik bir biçimini yaratan bir evrime işaret eder. İnsan, kendi iradesini koda yazmış; hukuk, bu kodu yeni bir beyan biçimi olarak kabul etmeye başlamıştır.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler, klasik hukukî işlem teorisinin sınırlarını aşan bir “otonom hukukî yapı” yaratmaktadır. Bu yapı, iradenin geçici değil, kalıcı; rızanın değişken değil, sabit; işlemin ise yoruma açık değil, kesin olduğu yeni bir hukukî düzenin habercisidir.
2.5. AKILLI SÖZLEŞMELERİN TÜRK MEDENÎ HUKUKU AÇISINDAN SONUÇLARI
Medenî hukuk, hukuk düzeninin kişiyi, toplumu ve eşyayı bir arada düzenleyen omurgasıdır. Bu alan, iradenin hukuken anlam kazandığı, kişiliğin tanımlandığı ve hakların korunduğu temel sistematik yapıyı ifade eder. Bu nedenle, teknolojik bir yeniliğin hukuk sistemine nüfuz ettiği her durumda, etkileri öncelikle medenî hukukta hissedilir. Akıllı sözleşmeler de bu bağlamda yalnızca bir borç ilişkisini değil, aynı zamanda hukuk düzeninin öznesi olan insanın iradesini, kişiliğini ve haklarını doğrudan etkileyen bir dönüşüm yaratmıştır.
Blok zinciri tabanlı sistemler, bireyi artık yalnızca bir hukuk süjesi olarak değil, bir teknolojik aktör olarak konumlandırmaktadır. Bu durum, medenî hukukun insan merkezli dogmatiğini sarsmakta; kişi–eşya–hak üçlüsünün arasına “veri”yi yerleştirmektedir. Dolayısıyla akıllı sözleşmelerin medenî hukuk açısından değerlendirilmesi, yalnızca teknik bir yorum değil, aynı zamanda ontolojik bir yeniden kurulum meselesidir.
2.5.1. Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağının Dijital Dönüşümü
Medenî hukukun en temel ilkelerinden biri dürüstlük kuralıdır. Bu ilke, hukukî ilişkilerde tarafların birbirlerinden beklenen davranış standardını belirler ve sistemin ahlâkî temellerini oluşturur. Klasik hukukta dürüstlük, bir davranış biçimidir; tarafların niyetine, eylemine ve davranış tarzına göre değerlendirilir. Ancak akıllı sözleşmelerde, davranışın yerini sistemin deterministik işleyişi almıştır.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında belirtildiği üzere, blok zinciri yapısı dürüstlük ilkesini “mekanik güvenilirlik” biçiminde yeniden üretir. Burada tarafların dürüstlüğü, kişisel iradelerine değil, sistemin şeffaflığına ve değişmezliğine bağlıdır. Dürüstlük, artık ahlâkî bir erdem değil, teknik bir zorunluluktur.
Bu durum, “hakkın kötüye kullanılması” yasağının da anlamını dönüştürür. Çünkü sistem, hakkın kötüye kullanılmasına imkân tanımaz; her hak, kodun belirlediği sınırlar içinde işler. Ancak bu görünürdeki mükemmellik, yeni bir paradoks doğurur: sistem, hakkın kötüye kullanılmasını engellerken, hakkın esnek kullanımını da imkânsızlaştırır.
Örneğin bir taraf, kodun öngördüğü koşullar gerçekleştiği anda edimi zorla yürürlüğe koyabilir; oysa klasik hukukta dürüstlük kuralı, bazen bu hakkın kullanılmasını ertelemeyi veya hakkaniyet gereği sınırlamayı öngörür. Sistem ise bu tür insani ölçütleri tanımaz. Dolayısıyla teknik dürüstlük ile ahlâkî dürüstlük arasındaki fark belirginleşir: ilki hatasızdır, ancak vicdansızdır.
Bu çerçevede, akıllı sözleşmelerin medenî hukukta yarattığı en temel sorunlardan biri, ahlâkî değerlendirme imkânının ortadan kalkmasıdır. Dürüstlük, artık davranış değil, sistem parametresi haline gelmiştir. Bu da hukukun adaletle bağını teknik bir soyutlamaya indirger.
2.5.2. Ehliyet, Temsil ve Dijital Özne Kavramı
Medenî hukukta kişilik, hak ehliyeti ve fiil ehliyetiyle tanımlanır. Bir kişinin hukukî işlem yapabilmesi, iradesini geçerli biçimde açıklayabilmesine bağlıdır. Ancak akıllı sözleşmeler, işlem öznesini insan olmaktan çıkararak, dijital kimlik sistemleri aracılığıyla “veri temelli” bir özneye dönüştürmüştür.
An Overview on Smart Contracts ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında bu yapı, “self-sovereign identity” yani öz-egemen kimlik olarak adlandırılmıştır. Bu sistemde kişi, bir merkezi otoriteye bağlı olmaksızın kendi kimliğini oluşturur, yönetir ve doğrular. Bu yapı, klasik hukukta “temsil” kavramını kökten değiştirir. Artık temsilci, bir başka kişi değil, bir kripto anahtardır.
Bu durumda, ehliyetin ölçütü de değişir. Klasik hukukta ehliyet, yaş, ayırt etme gücü ve kısıtlılık durumuna göre belirlenir; akıllı sözleşmelerde ise ehliyet, anahtar sahipliğiyle tanımlanır. Bir özel anahtara sahip olan herkes, teknik olarak işlem yapma ehliyetine sahiptir. Ancak bu durum, hukukî anlamda ehliyetin toplumsal ve etik denetim mekanizmalarını ortadan kaldırır.
Temsil kavramı da benzer şekilde dönüşür. Klasik temsil ilişkisinde, temsilci iradesini temsil olunan adına açıklar; burada ise temsil, otomatik işlem yetkilendirmesi biçimindedir. Akıllı sözleşme, belirli koşullar gerçekleştiğinde, temsil edilenin iradesini aramadan işlemi yürütür. Bu yapı, hukukî anlamda “yetkisiz temsil” ile “otonom temsil” arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, medenî hukukun öznesini insandan çıkararak “sisteme bağlı aktör” haline getirmiştir. Bu aktör, karar veren değil, karar önceden tanımlanmış bir kodu yürüten varlıktır. Böylece “irade sahibi kişi” kavramı, yerini “işlem sahibi anahtar” kavramına bırakmıştır.
2.5.3. Dijital İrade Beyanı, Temsil Yetkisi ve Yetkisiz İşlemler
Akıllı sözleşmelerde irade beyanı dijital olarak gerçekleştirilir; beyan, sistemde imzalanır ve ağ tarafından doğrulanır. Bu yapıda beyanın geçerliliği, iradenin doğruluğundan değil, imzanın kriptografik geçerliliğinden doğar.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “kriptografik irade” olarak tanımlanmıştır. Artık iradenin ispatı, sözle değil, dijital imzayla yapılır. Bu bağlamda dijital imza, yalnızca kimlik doğrulama aracı değil, aynı zamanda hukukî varoluş beyanıdır.
Temsil yetkisi de bu sistemde teknik biçimde tanımlanır. Bir kişi, belirli bir akıllı sözleşmeye erişim anahtarını paylaştığında, bu paylaşım fiilen temsil yetkisi anlamına gelir. Ancak sistem, bu yetkinin kapsamını veya sınırını değerlendiremez. Dolayısıyla yetki sınırını aşan işlemler, teknik olarak geçerli olur; fakat hukukî olarak yetkisiz işlem niteliği taşır.
Bu durum, medenî hukukun vekâlet ilişkisine dayanan temsil teorisini zorlar. Klasik hukukta yetkisiz temsil, temsil olunanın icazetine bağlıdır; burada ise icazet kurumu anlamını yitirir. Çünkü sistem, işlemi geri alamaz. Bir kez onaylanan işlem, blok zincirine kazınır.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, temsil yetkisinin denetlenebilirliğini ortadan kaldırarak “geri döndürülemez temsil” kavramını doğurmuştur. Bu yapı, hukukta bugüne kadar var olmayan bir kesinlik düzeyini yaratmakla birlikte, aynı zamanda insan iradesinin denetim gücünü sınırlamıştır.
2.5.4. Kişilik Haklarının Korunması ve Veri Mahremiyeti
Medenî hukukun en temel işlevlerinden biri, kişilik haklarını korumaktır. Bu haklar, bireyin onurunu, özel hayatını, adını ve görüntüsünü koruyan evrensel ilkelerdir. Ancak akıllı sözleşmelerin doğası gereği, kişisel veriler sistemin parçası haline gelir. Her işlem, kimliği dolaylı biçimde tanımlayan izler bırakır.
Decentralized Finance ve NFTs and Corporate Accounting kaynaklarında bu durum “veri mahremiyetinin zincir içi dönüşümü” olarak nitelendirilmiştir. Blok zinciri yapısı, şeffaflık ilkesine dayanır; tüm işlemler ağdaki katılımcılara açıktır. Bu yapı, medenî hukukun “mahremiyetin gizliliği” anlayışıyla çatışır.
Bu çelişki, kişilik hakkının dijital çağda nasıl korunacağı sorusunu gündeme getirir. Klasik hukukta mahremiyet, erişimin sınırlanmasıyla korunur; blok zincirinde ise erişim teknik olarak sınırsız, ama kimlikler takma adlarla gizlidir. Bu nedenle mahremiyet, artık “gizlilik” değil, “anonimlik” biçiminde korunur.
Ancak anonimlik, her zaman mahremiyet anlamına gelmez. Bir kişi takma adla işlem yapsa bile, işlem geçmişi herkese açık olduğundan, kimliği dolaylı biçimde tespit edilebilir. Bu durum, kişisel verilerin kalıcı izlere dönüşmesine yol açar. Hukuken “unutulma hakkı” veya “veri silme hakkı” gibi kavramlar, blok zincirinin değişmez yapısı nedeniyle uygulanamaz hale gelir.
Bu çerçevede, akıllı sözleşmelerin kişilik haklarına etkisi ikili bir yapı gösterir: bir yandan bireye kendi verisi üzerinde tam kontrol olanağı sağlar; diğer yandan bu verinin sistemde sonsuza kadar saklanmasına neden olur. Bu da bireyin “dijital mahremiyet paradoksu” olarak adlandırılabilecek yeni bir sorunla karşılaşmasına yol açar.
2.5.5. Ahlâka Aykırılık ve Kamu Düzeni Sınırları
Medenî hukukta sözleşme serbestisinin sınırı, kamu düzeni ve ahlâk kurallarıdır. Her sözleşme, bu sınırlara uymak zorundadır. Ancak akıllı sözleşmelerde sistemin otonom yapısı, bu değerlere ilişkin denetimi ortadan kaldırır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “etik filtre eksikliği” olarak tanımlanmıştır. Sistem, içerik bakımından nötrdür; ahlâka aykırı veya meşru bir amacı ayırt etmez. Bir akıllı sözleşme, teknik olarak geçerliyse, sistem tarafından yürütülür.
Bu durum, kamu düzeninin “önleyici” işlevini zayıflatır. Klasik hukukta, hâkim veya idare bir işlemin ahlâka aykırı olduğunu tespit ettiğinde, sözleşme geçersiz sayılır; burada ise böyle bir mekanizma yoktur. Sistem, işlemi otomatik olarak gerçekleştirir; değerlendirme sonradan yapılabilir, ama işlem geri alınamaz.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, kamu düzeni denetimini “sonradan fark edilen” bir aşamaya taşır. Bu yapı, hukuk düzeninin koruyucu refleksini teknik determinizme teslim eder. Ahlâka aykırılık artık sistem dışı bir olgu, teknik olarak tanınmayan bir kavram haline gelir.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler, ahlâk kurallarını ortadan kaldırmaz; ancak onları işlevsiz kılar. Çünkü kod, etik değerlendirme yapmaz; yalnızca işlem yapar. Hukuk ise bu sessizliğin içinde, adaletin yankısını aramak zorundadır.
Ara Sonuç: İnsan Merkezli Medenî Hukuktan Sistem Merkezli Düzen Anlayışına
Netice itibarıyla akıllı sözleşmeler, Türk medenî hukukunun insan merkezli yapısını sistem merkezli bir düzene dönüştürmüştür. Artık dürüstlük, davranış değil, algoritmadır; temsil, kişi değil, anahtardır; irade, bilinç değil, kod satırıdır.
Bu dönüşüm, medenî hukukun temel varsayımlarını yeniden sorgulamayı gerektirir. Çünkü hukuk, insanın eylemlerini değil, sistemin işleyişini düzenlemeye başlamıştır. Ancak bu durum, insanın hukuk düzenindeki yerini ortadan kaldırmaz; yalnızca onu farklı bir biçimde tanımlar.
İnsan, artık hukuk düzeninin öznesi değil, sistemin bilinçli kullanıcısıdır. Hukukî özerklik, sistemin sınırları içinde şekillenir. Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler çağında medenî hukuk, yalnızca bireyin değil, verinin kişiliğini de tanımak zorundadır.
2.6. AKILLI SÖZLEŞMELERİN TİCARÎ HUKUK VE FİNANS HUKUKU ALANINDAKİ ETKİLERİ
Ticarî hukuk, ekonomik yaşamın güvenilir ve öngörülebilir bir zeminde yürütülmesini sağlayan kurallar bütünüdür. Bu alanın özünü, işlem güvenliği, ispat kabiliyeti, taraflar arasında denge ve kamusal denetim ilkeleri oluşturur. Ancak blok zinciri teknolojisi ve onun en işlevsel uzantısı olan akıllı sözleşmeler, bu ilkelere dayalı sistematiği kökten dönüştürmüştür. Çünkü artık ekonomik değer, sadece metinle veya sözle değil, koda gömülü işlem mantığıyla devredilmektedir.
Akıllı sözleşmelerin ticarî ve finansal alana yansıması, klasik anlamda “ticari işlem”in taraflarını, delil rejimini, şeffaflık ve denetim ilkelerini yeniden tanımlamaktadır. Bu dönüşüm, yalnızca teknik bir ilerleme değil, hukukî kategorilerin yeniden şekillenmesi anlamına gelir. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, “ticaretin geleceği, artık sözleşmenin yürütülmesinde değil, kodun doğrulanmasında” aranmalıdır.
2.6.1. Ticarî İşlemlerin Dijitalleşmesi ve Kodun Delil Değeri
Klasik ticarî hukukta bir işlemin geçerliliği ve ispatı, belgeye, imzaya ve yazılı delile dayanır. Ancak blok zincirinde bu kavramlar, kriptografik olarak yeniden tanımlanmıştır. Artık “imza”, bir kişinin el yazısı değil, özel anahtarı; “belge”, yazılı bir kâğıt değil, dijital bir kayıt; “delil” ise tanık beyanı değil, matematiksel ispat anlamına gelir.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri üzerindeki her işlem, “tam otomatik delil” niteliği taşır. Çünkü her blok, değişmez bir şekilde zaman damgası içerir ve ağın tamamı tarafından doğrulanır. Bu nedenle akıllı sözleşmelerde doğan her işlem, ticarî hayatın en temel güvencesi olan “delil serbestliği”nin dijital biçimini oluşturur.
Bununla birlikte bu yapı, hukuk sisteminin alışageldiği “delil değerlendirme özgürlüğü” ilkesini ortadan kaldırır. Çünkü blok zincirinde delil tartışmaya kapalıdır; kayıt, var olduğu haliyle doğrudur. Hakim veya denetçi, yalnızca kaydın varlığını inceleyebilir, doğruluğunu sorgulayamaz. Bu durum, ticarî işlemlerde insan faktörünün delil alanından çekilmesine yol açar.
Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, delil hukukunu dönüştürerek yeni bir güven anlayışı yaratmıştır: artık güven, taraf beyanına değil, sistemin kriptografik doğruluğuna dayanmaktadır.
2.6.2. Ticari İşlemlerde Otomasyon ve Kurumsal Sorumluluk
Akıllı sözleşmelerin ticarî hukuk alanındaki en belirgin etkilerinden biri, işletmeler arasındaki ilişkileri otomatikleştirmesidir. Sözleşmelerin yürütülmesi, tedarik zincirleri, ödeme akışları ve mal teslim süreçleri artık algoritmalar aracılığıyla denetlenebilir hale gelmiştir.
Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynağında bu yapı, “dijital kurum içi yönetim” biçimi olarak tanımlanır. Şirketler, üretim veya tedarik süreçlerini akıllı sözleşmeler aracılığıyla izleyebilir; ödeme koşulları, belirli olayların gerçekleşmesiyle kendiliğinden yürürlüğe girebilir. Bu durum, ticarî hukukta “edimlerin eşzamanlılığı” ilkesini teknik olarak garanti altına alır.
Ancak bu otomasyon, aynı zamanda yeni bir sorumluluk türü doğurur: kurumsal algoritmik sorumluluk. Bir işletmenin, akıllı sözleşme aracılığıyla otomatik olarak yürütülen bir işlemin sonuçlarından doğrudan sorumlu olup olmayacağı tartışmalıdır. Çünkü burada işlem, bir çalışanın eylemiyle değil, sistemin işleyişiyle doğar.
S3-DAO Rodrigues kaynağında belirtildiği üzere, bu yapı, “hukukî kişiliğin teknolojik genişlemesi” olarak görülebilir. Artık tüzel kişiler, yalnızca insan aracılığıyla değil, yazılım aracılığıyla da irade açıklayabilir hale gelmiştir. Bu durum, şirketler hukukunun klasik “organ iradesi” modelini genişletir: irade, artık insan organlarıyla değil, dijital protokollerle ifade edilebilir.
Bu noktada ticarî hukuk, insan davranışını değil, sistem davranışını denetlemek durumunda kalır. Bu, kurumsal sorumluluğun artık yalnızca karar alma süreçleriyle değil, teknik algoritmalarla da ilişkilendirilmesini gerektirir.
2.6.3. Finansal Sistemlerde Akıllı Sözleşmeler: DeFi ve CeFi Arasındaki Paradigma
Finansal sistem, blok zinciri teknolojisinin en erken ve en yoğun etki yarattığı alandır. Decentralized Finance (DeFi) ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında açıklandığı üzere, akıllı sözleşmeler geleneksel finans yapısında yer alan merkezi aracıları ortadan kaldırarak, bireylerin doğrudan finansal işlem yapabilmesini mümkün kılmıştır.
Klasik finans sisteminde bir transfer, ödeme veya kredi işlemi banka, takas kurumu veya merkezî otorite aracılığıyla gerçekleştirilir. Oysa DeFi sisteminde, bu fonksiyonların tümü akıllı sözleşmeler tarafından yerine getirilir. Bu nedenle DeFi yapısı, “kendi kendine yürüyen finans” olarak tanımlanabilir.
Bu yapı, finansal hukukun “güvenilir aracı” paradigmasını ortadan kaldırır. Artık güven, bankaya veya devlete değil, sisteme duyulmaktadır. An Introduction to DeFi kaynağında belirtildiği üzere, bu durum finans hukukunu teknik protokollerin üzerine yeniden inşa etmeyi zorunlu kılar. Çünkü burada risk, insanın kötü niyetinden değil, kodun kusurundan doğar.
Bununla birlikte DeFi sistemleri, hukuken sorumluluk zincirini belirsizleştirir. Klasik finansal düzen, her işlemin bir aracı kurum tarafından kaydedilmesine dayanır; DeFi ise aracısızdır. Bu durumda bir hata veya suistimal meydana geldiğinde, muhatap bulunamaz.
Bu nedenle finansal hukuk, blok zinciri çağında yalnızca işlem güvenliğini değil, sorumluluk yapısını da yeniden tanımlamak zorundadır. Artık hukukun görevi, aracıyı değil, protokolü denetlemektir.
2.6.4. Tokenizasyon, Menkul Kıymetleşme ve Sermaye Piyasalarına Etkisi
Akıllı sözleşmelerin finans hukukundaki bir diğer devrimsel etkisi, tokenizasyon olgusudur. Tokenizasyon, dijital bir varlığın, menkul kıymet veya mülkiyet hakkı gibi hukukî nitelikler taşıyan bir token aracılığıyla temsil edilmesini ifade eder.
NFTs and Corporate Accounting ve Markets in Crypto-Assets kaynaklarında tokenizasyon, “değerin dijital atomizasyonu” olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, klasik sermaye piyasalarındaki menkul kıymet kavramını dijital bir biçime dönüştürür. Artık hisse senedi, tahvil veya fon payı gibi araçlar, blok zincirinde birer token olarak temsil edilebilir.
Bu durum, hukuk açısından iki yönlü sonuç doğurur. Birincisi, mülkiyetin soyutlaşmasıdır: artık sahiplik, fiziki veya kaydî bir belgeyle değil, dijital bir cüzdanla ispat edilir. İkincisi ise hak devrinin hızlanmasıdır: token’lar anlık olarak el değiştirir, bu da tescil sisteminin işlevini teknik olarak ortadan kaldırır.
Bu yapı, sermaye piyasası hukukunun temel varsayımlarını sarsar. Çünkü bu sistem, kamusal kayıt ve denetim esasına dayanır; blok zinciri ise denetimsiz, otomatik bir kayıt sistemidir. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği gibi, “blok zinciri kamusal gözetimi teknik özerklikle ikame eder.” Bu nedenle sermaye piyasalarının geleceğinde, hukukî şeffaflık ile teknik anonimlik arasındaki dengenin yeniden kurulması kaçınılmazdır.
2.6.5. Kurumsal Şeffaflık, Denetim ve Regülasyon Sorunu
Akıllı sözleşmelerin ticarî ve finansal alandaki yaygınlaşması, kurumsal şeffaflık ve denetim mekanizmalarını da dönüştürmüştür. Blok zincirinde her işlem açık ve izlenebilirdir; bu görünürde mutlak bir şeffaflık sağlar. Ancak bu şeffaflık, paradoksal biçimde denetimi zorlaştırır.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu durum, “şeffaf anonimlik paradoksu” olarak adlandırılmıştır. Herkes her işlemi görebilir; fakat kimin yaptığını bilemez. Bu nedenle denetim, bilgiye değil, kimliğe ihtiyaç duyar. Blok zinciri bu kimliği gizlediği için, denetim yalnızca sistemsel düzeyde mümkündür.
Kurumsal düzeyde ise bu durum, “otomatik denetim” mekanizmalarının gelişmesine yol açmıştır. Akıllı sözleşmeler, işletme içi denetim, risk yönetimi ve raporlama süreçlerini kodun içine yerleştirebilir. Böylece şirketin faaliyetleri, insan eliyle değil, algoritmik kurallarla denetlenir.
Ancak bu yapının doğurduğu temel soru, “etik sorumluluk” meselesidir. Eğer bir şirketin tüm süreçleri otomatikleşmişse, kusur veya ihmal kime atfedilecektir? S3-DAO Rodrigues kaynağında bu soru, “yönetsel failin kaybolması” problemi olarak tanımlanmıştır. Hukuk, sorumluluğu artık karar veren kişiye değil, kararı çalıştıran sisteme atfetmek durumundadır.
Binaenaleyh, ticarî hukuk ve finans hukuku, blok zinciri çağında yalnızca kurumsal şeffaflığı değil, kurumsal sorumluluğu da yeniden tanımlamak zorundadır.
Ara Sonuç: Ticaretin Kodlaşması ve Hukukun Ekonomik Ontolojisi
Sonuç olarak akıllı sözleşmeler, ticarî hukuk ve finans hukukunun temel ilkelerini hem güçlendirmiş hem de dönüştürmüştür. Güveni teknikle sağlamış, delili mutlaklaştırmış, şeffaflığı mekanikleştirmiştir. Ancak bu süreçte, hukukun en insani boyutu olan takdir ve hakkaniyet, sistemin dışında kalmıştır.
Artık ticaret, metinlerle değil, kodlarla; bankalarla değil, protokollerle; denetçilerle değil, algoritmalarla yürütülmektedir. Bu dönüşüm, hukuku tamamen ortadan kaldırmaz; bilakis onu yeni bir düzleme taşır. Hukuk, artık yalnızca işlemleri değil, sistemleri düzenleyen bir bilim haline gelir.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler çağında ticarî hukuk, sadece ticaretin kurallarını değil, teknolojinin adaletle bağdaşabileceği sınırları da yeniden çizmekle yükümlüdür. Çünkü ekonomi artık dijitaldir, ama adaletin temeli hâlâ insandır.
2.7. AKILLI SÖZLEŞMELERİN SORUMLULUK HUKUKU VE UYUŞMAZLIK ÇÖZÜMÜ BOYUTU
Sorumluluk hukuku, hukuk düzeninin adaletle temas ettiği en hassas alandır. Çünkü burada hukuk, yalnızca kuralları değil, hataları da değerlendirir; yalnızca normu değil, sapmayı da anlamlandırır. Akıllı sözleşmelerin doğası gereği bu alan, hukukun geleneksel temellerini zorlayan yeni bir boyut kazanmıştır. Zira blok zinciri tabanlı sistemlerde, hata bir insan eylemi değil, sistemin deterministik bir çıktısıdır. Bu durumda sorumluluk, artık “kusurun” değil, “işleyişin” ürünüdür.
Klasik hukuk sisteminde sorumluluk, fail ile zarar arasında kurulan nedensellik bağına dayanır. Ancak akıllı sözleşmelerde bu bağ, teknik süreçler içinde dağılır. Kod yazarı, kullanıcı, ağ doğrulayıcısı (validator) veya oracle sağlayıcısı gibi farklı aktörlerin katkısı, zararın doğumunda birbirine karışır. The Law of Blockchain kaynağında bu durum “diffuse causality” — yani dağınık nedensellik — olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, klasik sorumluluk teorilerinin dayandığı tekil fail anlayışını geçersiz kılar.
2.7.1. Kodlama Hatalarında Kusur ve Sorumluluk Rejimi
Klasik hukukta kusur, bir kimsenin özen yükümlülüğüne aykırı davranması sonucu zararın doğmasıdır. Ancak akıllı sözleşmelerde bu tanım, doğrudan uygulanabilir değildir. Çünkü kod, kendi başına irade taşımaz; dolayısıyla özen yükümlülüğünü ihlal etmesi mümkün değildir.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında belirtildiği üzere, akıllı sözleşmelerde hata çoğu zaman “kodlama eksikliği” veya “sistemsel uyumsuzluk” şeklinde ortaya çıkar. Bu durumda kusur, beyanın değil, tasarımın ürünüdür. Dolayısıyla sorumluluk, yalnızca sözleşmenin tarafına değil, kodu yazan veya sistemin teknik parametrelerini belirleyen kişiye de atfedilebilir.
Ancak burada hukuken zorlayıcı bir sorun ortaya çıkar: Kod geliştiricisi çoğu zaman taraf değildir; hatta kimliği dahi bilinmeyebilir. Bu nedenle klasik anlamda “fail” kavramı işlevini kaybeder. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “anonim teknik fail paradoksu” olarak adlandırılmıştır. Sistem işlevini yerine getirirken bir hata doğar, ancak bu hatanın faili ne hukuken ne de fiilen tespit edilebilir.
Bu durumda sorumluluk, kusurdan bağımsız bir biçimde risk temelli hale gelir. Hukuk, kusuru aramak yerine riski paylaştırmak zorundadır. Kodun hata yapma olasılığı teknik olarak her zaman mevcut olduğundan, taraflar arasında önceden belirlenmiş risk paylaşım mekanizmaları (örneğin “fault clause” veya “oracle exception”) öngörülmektedir. Ancak bu tür teknik önlemler, adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesini sağlamaz; zira kodun doğası gereği kusur, bir davranış değil, bir işlevsel sonuçtur.
2.7.2. Sistemsel Hata ve İnsan Hatası Arasındaki Ayrım
Akıllı sözleşmelerde en kritik ayrım, sistemsel hata ile insan hatası arasındadır. Sistemsel hata, kodun yazıldığı gibi çalışmasına rağmen beklenmeyen bir sonuç üretmesidir; insan hatası ise kodun yanlış yazılmasından kaynaklanır.
The Law of Blockchain ve Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynaklarında belirtildiği üzere, sistemsel hata, “doğru çalışan yanlış sonucun” tipik örneğidir. Bu durumda sistem, kendi mantığına göre tutarlı davranmış; ancak insanın beklentisine aykırı bir sonuç üretmiştir. Hukuk açısından bu durumda bir “hata”dan söz etmek zordur, çünkü teknik anlamda hiçbir yanlışlık yoktur.
İnsan hatası ise klasik anlamda kusura daha yakındır. Bir geliştirici, kodu eksik veya yanlış yazmışsa, bunun sonucu olarak doğan zarardan hukuken sorumlu tutulabilir. Ancak bu durumda da, failin kimliği genellikle belirsizdir. Kod açık kaynaklıysa, onu kim yazmış, kim değiştirmiş, kim onaylamış belirlenemez. Bu nedenle sorumluluk, çoğu zaman kolektif hale gelir.
Bu bağlamda, akıllı sözleşmeler “kolektif hatanın bireysel sonuçlar doğurduğu” nadir hukukî yapılardan biridir. Çünkü sistemde bir kişi hata yaptığında, sonuç ağın tamamını etkiler; ama zarar belirli bir kişide somutlaşır. Bu durum, hukukî nedensellik teorilerinin yeniden düşünülmesini gerektirir: Artık neden, bir eylem değil, bir işleyiştir.
2.7.3. Kodun Tarafı Olmayan Üçüncü Kişilerin Sorumluluğu
Akıllı sözleşmelerin en karmaşık yönlerinden biri, taraf olmayan üçüncü kişilerin fiillerinin sistemde doğrudan sonuç doğurabilmesidir. Özellikle oracle sağlayıcılar, sistemin dış dünyadan veri almasını sağlar. Eğer oracle yanlış bilgi gönderirse, sözleşme hatalı biçimde yürütülür.
An Overview on Smart Contracts kaynağında belirtildiği üzere, oracle’lar blok zinciri için “tek güven noktası”dır. Bu nedenle sistemin güvenilirliği, çoğu zaman dış dünyadan gelen verinin doğruluğuna bağlıdır. Ancak oracle, sözleşmenin tarafı değildir; dolayısıyla doğrudan sorumluluğu tartışmalıdır.
Bu durumda hukuk, “yardımcı kişi” veya “teknik sağlayıcı” sorumluluğuna benzer bir rejim kurmak zorundadır. Fakat blok zinciri yapısında oracle sağlayıcıları anonim veya dağınık olduğundan, klasik anlamda bir tazmin mekanizması işletmek neredeyse imkânsızdır. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “distributed negligence” — yani dağılmış ihmal — olarak adlandırılmıştır.
Bu yapı, sorumluluğun artık bireye değil, ağın bütününe dağıtılması gerektiği yönünde yeni bir yaklaşımı gündeme getirir. Ancak böyle bir sistem, hukukun kişisel sorumluluk anlayışıyla bağdaşmaz. Bu nedenle akıllı sözleşmelerin doğurduğu zararların gideriminde, klasik hukuk kurallarının ötesine geçen kolektif tazmin modelleri gereklidir.
2.7.4. Akıllı Sözleşmelerde Delil, İspat ve Denetim Sorunları
Sorumluluk hukukunun işleyebilmesi için zararın, kusurun ve nedenselliğin ispatı gerekir. Ancak akıllı sözleşmelerde bu unsurların ispatı, teknik nitelikteki verilerin yorumlanmasına bağlıdır.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri “mutlak doğruluk” varsayımıyla çalışır. Yani sistemde yer alan her veri, doğru kabul edilir. Bu durum, hukukî anlamda ispat yükünü anlamsız hale getirir. Çünkü ne taraflar ne de hâkim, sistemdeki verinin doğruluğunu tartışamaz; tek tartışma konusu, verinin hukukî yorumudur.
Bu yapı, ispat kavramını kökten değiştirir. Artık ispat, bir olgunun varlığını kanıtlama süreci değil, bir veriyi anlamlandırma sürecidir. Bu nedenle klasik delil araçları — belge, tanık, bilirkişi — yerini teknik inceleme raporlarına bırakır.
Ancak bu durumda hâkimin rolü de dönüşür. Hâkim, adalet dağıtan değil, sistem verisini anlamlandıran bir yorumlayıcı haline gelir. Bu durum, hukukî değerlendirmede insan faktörünün giderek zayıflamasına yol açar. Adaletin artık “insan aklı” ile değil, “sistem doğruluğu” ile ölçülmesi tehlikesi doğar.
Dolayısıyla akıllı sözleşmelerde ispat sorunu, yalnızca teknik değil, felsefî bir meseledir: Hukukun görevi, doğruyu bulmak mı, sistemin kaydını doğrulamak mı olacaktır?
2.7.5. Uyuşmazlık Çözümü: Dijital Tahkim ve On-Chain Dispute Resolution Modelleri
Klasik hukukta uyuşmazlık çözümü, yargı veya tahkim organları tarafından yürütülür. Akıllı sözleşmelerde ise uyuşmazlıklar, genellikle sistemin içinde, otomatik olarak çözülür. Çünkü blok zinciri, ifa süreçlerini öngörülebilir biçimde yürütür; bu nedenle taraflar arasındaki anlaşmazlıkların çoğu teknik düzeyde ortaya çıkar.
Decentralized Finance ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında bu yapı “on-chain dispute resolution” olarak tanımlanır. Bu sistemde, uyuşmazlıklar zincir üzerinde, tarafsız bir yazılım veya topluluk oylaması yoluyla çözülür. Uyuşmazlık çözümü, artık insan yargısıyla değil, protokol oylamasıyla gerçekleştirilir.
Bu modelin en bilinen örnekleri, “arbitraj akıllı sözleşmeleri”dir. Bu sözleşmeler, taraflar arasında doğabilecek ihtilafları belirli kriterlere göre değerlendirir ve otomatik olarak sonuç üretir. Ancak burada “karar”ın hukukî değil, teknik bir geçerliliği vardır.
Bu yapı, tahkim kavramının da anlamını dönüştürür. Klasik tahkim, taraf iradesine dayalıdır; burada ise irade bir defa kodlandığında, sistemin üreteceği karara peşinen rıza gösterilmiş olur. Dolayısıyla “rızaya dayalı yargı” yerini “önceden kodlanmış adalet” anlayışına bırakır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “kodlanmış yargı” olarak adlandırılır. Bu sistemin avantajı hız, dezavantajı ise esneklik eksikliğidir. Kod, hata yapmaz; ama hakkaniyetli karar da vermez. Adalet, algoritmik doğruluğa indirgenir.
Bu noktada, insan merkezli adalet ile makine merkezli adalet arasındaki fark belirginleşir. Birincisi yorum yapar, ikincisi yürütür. Hukukun geleceği, bu iki paradigmayı nasıl dengeleyeceğiyle belirlenecektir.
Ara Sonuç: Sorumluluğun Dağılması ve Adaletin Mekanikleşmesi
Sonuç olarak, akıllı sözleşmeler sorumluluk hukukunu kişisel olmaktan çıkararak sistemsel hale getirmiştir. Artık sorumluluk, bir kişinin davranışına değil, bir ağın işleyişine dayanmaktadır.
Bu durum, adaletin merkezini de değiştirmiştir. Klasik hukukta adalet, niyetin, kusurun ve eylemin değerlendirilmesiyle sağlanır; burada ise adalet, sistemin doğru çalışıp çalışmadığına indirgenmiştir. Hukuk, davranışı değil, protokolü yargılamaktadır.
Binaenaleyh, akıllı sözleşmeler çağında sorumluluk, kusurun değil, riskin dağılımıdır; uyuşmazlık çözümü ise insanın değil, sistemin mantığının ürünüdür. Bu dönüşüm, hukuku ortadan kaldırmaz; ama onu başka bir seviyeye taşır: artık hukuk, eylemi değil, işleyişi düzenleyen bir disiplindir.
2.8. TÜRK HUKUKUNDA AKILLI SÖZLEŞMELERİN GELECEĞİ: UYUM, BOŞLUK VE REFORM ÖNERİLERİ
Hukuk, doğası gereği muhafazakâr bir yapıya sahiptir; toplumsal değişimleri hemen değil, belli bir gecikmeyle içselleştirir. Bu nedenle teknolojik dönüşümlerin yarattığı yenilikler, çoğu zaman hukukun refleks alanının dışında başlar ve hukukî düzenlemeler, fiilî uygulamaların gerisinden gelir. Akıllı sözleşmeler, bu tarihsel eğilimin en belirgin örneklerinden biridir. Zira blok zinciri tabanlı sözleşmeler, fiilî olarak milyonlarca işlemde kullanılmakta; ancak Türk hukuk sisteminde bu yapıya dair doğrudan bir normatif düzenleme bulunmamaktadır.
Bu durum, hukukun yalnızca bir “boşluk” içinde kaldığını değil, aynı zamanda yeni bir “uyum alanı” arayışında olduğunu göstermektedir. Çünkü akıllı sözleşmeler, var olan hukukî kurumlarla tamamen uyuşmamakla birlikte, onlarla çatışmadan da işleyebilecek potansiyele sahiptir. Dolayısıyla mesele, yalnızca yeni kurallar koymak değil, mevcut kuralların nasıl yeniden yorumlanacağı meselesidir.
2.8.1. Türk Hukuk Sisteminde Açık Düzenleme Eksikliği ve Normatif Boşluk
Türk hukukunda akıllı sözleşmelere ilişkin açık bir tanım, sınıflandırma veya rejim bulunmamaktadır. Bu eksiklik, yalnızca mevzuat düzeyinde değil, doktrinel düzeyde de hissedilmektedir. Çünkü mevcut hukukî kavramlar — irade, beyan, ifa, hata, sorumluluk gibi — insan merkezli tasarlanmıştır. Oysa akıllı sözleşmeler, insan iradesinden ziyade sistem mantığı üzerine kurulu bir işleyişe sahiptir.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında vurgulandığı üzere, blok zinciri sistemleri “lex cryptographia” olarak adlandırılan, kendi içinde işleyen bir normatif düzen yaratır. Bu düzen, klasik hukuk sistemleriyle doğrudan çelişmez; ancak paralel bir meşruiyet alanı oluşturur. Türk hukuku açısından sorun, bu paralel düzenle nasıl bir ilişki kurulacağıdır: hukuk, bu düzeni tanıyacak mıdır, yoksa onu sınırlamaya mı çalışacaktır?
Normatif boşluk, iki biçimde kendini gösterir: tanıma boşluğu ve uygulama boşluğu. Tanıma boşluğu, akıllı sözleşmelerin hukukî işlem olarak kabul edilip edilmediği konusundaki belirsizlikten kaynaklanır. Uygulama boşluğu ise, doğmuş bir uyuşmazlıkta hangi kuralların uygulanacağı sorusuna verilemeyen yanıttır. Bu iki boşluk, birlikte ele alındığında hukukun “norm üretme kapasitesi”ni sınar.
Bu nedenle Türk hukukunda reform arayışı, yalnızca yeni kanun maddeleri ihdas etmekten ibaret olamaz. Aksine, mevcut kavramların teknolojiyle uyumlu biçimde yeniden yorumlanması gerekir.
2.8.2. Blok Zinciri Tabanlı Sözleşmelerin Kanunî Dayanağı: Tanıma mı, Fiilî Kabul mü?
Bir hukuk düzeni, yeni bir olguyu ya kanunla tanır, ya da fiilî olarak kabul eder. Akıllı sözleşmeler, bu iki seçenek arasında belirsiz bir çizgide bulunmaktadır. Türk hukukunda fiilî olarak yürütülmekte; ancak henüz kanunla tanınmamaktadır.
Bu noktada S3-DAO Rodrigues kaynağında dikkat çekici bir tespit yer alır: “Lex cryptographia, pozitif hukuk tarafından tanınmadığı sürece gölge hukuk olarak kalır.” Yani sistem işlese de, hukukî geçerliliği tartışmalıdır. Bu durum, Türk hukukunda özellikle ifa, geçerlilik ve ispat açısından sorun yaratır.
Örneğin bir akıllı sözleşme kapsamında yapılan dijital transfer, teknik olarak kesin olsa da, hukukî anlamda “ifa” sayılıp sayılmadığı tartışmalıdır. Çünkü Türk hukukunda ifa, taraf iradesinin yerine getirilmesiyle gerçekleşir; sistemin otomatik yürütmesiyle değil. Bu nedenle kanunî tanıma olmadan fiilî kabul, hukuk güvenliği açısından eksik bir çözümdür.
Bununla birlikte, Türk hukuk sisteminin esnekliği bu boşluğu bir ölçüde telafi edebilir. Özellikle sözleşme serbestisi ilkesi, taraflara diledikleri biçimde işlem yapma özgürlüğü tanımaktadır. Bu özgürlük, akıllı sözleşmelerin fiilen geçerli sayılabilmesine olanak tanır. Ancak bu geçerlilik, “kanunî” değil, “yorum yoluyla” sağlanan bir geçerliliktir.
Dolayısıyla Türk hukukunda akıllı sözleşmelerin geleceği, kanunî tanıma ile fiilî kabul arasındaki dengeye bağlıdır. Bu denge kurulmadığı sürece, sistemler fiilen işlerken, hukuk normatif sessizliğini sürdürmeye devam edecektir.
2.8.3. Uluslararası Eğilimler ve Türk Hukukuna Yansımaları
Markets in Crypto-Assets (MiCA) ve Decentralized Finance kaynaklarında açıkça görüldüğü üzere, Avrupa Birliği başta olmak üzere birçok hukuk sistemi, blok zinciri tabanlı sözleşmelere ilişkin temel prensipleri tanımlama aşamasındadır. Ancak bu düzenlemelerin ortak yönü, aşırı müdahaleci değil, uyumlaştırıcı bir yaklaşım benimsemeleridir.
Türk hukukunun bu noktada izlemesi gereken yol da benzer olmalıdır. Çünkü teknoloji, ulusal sınırlarla sınırlı değildir; düzenlemeler ise her zaman belirli bir coğrafyaya bağlıdır. Bu nedenle aşırı sıkı regülasyon, inovasyonu durdurur; aşırı serbestlik ise hukuk güvenliğini zedeler.
CeFi vs. DeFi kaynağında bu denge “regülasyonun merkezîleşme–otonomluk ekseni” olarak tanımlanır. Merkezî denetim arttıkça inovasyon azalır; otonomluk arttıkça hukuki belirsizlik büyür. Türk hukukunun bu ikili yapıyı dengeleyebilmesi, hukuk politikasının teknolojiyi anlamasına bağlıdır.
Uluslararası eğilimler, akıllı sözleşmelere ilişkin üç temel ilke üzerinde birleşmektedir: (i) Kodun hukukî işlemlere eşdeğer sayılması, (ii) İspat rejiminde blok zinciri kayıtlarının delil olarak kabul edilmesi, (iii) Sorumluluk yapısının teknik aktörleri kapsayacak biçimde genişletilmesi.
Bu ilkelerin Türk hukukuna uyarlanması, hem fiilî uygulamaların güvence altına alınmasını hem de uluslararası uyumun sağlanmasını mümkün kılacaktır.
2.8.4. Soft-Law Yaklaşımları ve Normatif Esneklik
Hızla gelişen teknolojik alanlarda sert hukuk (hard law) çoğu zaman yetersiz kalır. Çünkü kanun, değiştirilemezlik özelliğiyle durağandır; oysa teknoloji, doğası gereği dinamiktir. Bu nedenle birçok hukuk sistemi, “soft-law” yani esnek normatif araçlar kullanmaktadır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “teknolojik adaptasyonun normatif aracı” olarak tanımlanmıştır. Soft-law, bağlayıcı olmayan ama yönlendirici kurallar üretir: rehberler, etik ilkeler, standart protokoller ve sektör uzlaşı metinleri bu kapsamdadır.
Türk hukukunda da benzer bir yaklaşım mümkündür. Özellikle blok zinciri tabanlı finansal uygulamalar için idari rehberlik modelleri oluşturulabilir. Bu rehberler, akıllı sözleşmelerin kullanımına ilişkin asgari güvenlik, şeffaflık ve veri koruma standartlarını belirleyebilir.
Bu tür esnek düzenlemeler, hem özel sektörün inovasyon kapasitesini korur hem de hukukî öngörülebilirliği artırır. Decentralized Finance kaynağında belirtildiği üzere, “regülasyonun amacı, teknolojiyi kontrol etmek değil, yönlendirmektir.” Türk hukukunda bu yönlendirme, kanun düzeyinde değil, politik düzeyde gerçekleştirilmelidir.
2.8.5. Reformun Temel Eksenleri: Tanıma, Koruma ve Entegrasyon
Türk hukukunun akıllı sözleşmelere uyumu, üç temel eksende kurgulanmalıdır: tanıma, koruma ve entegrasyon.
Tanıma ekseni, akıllı sözleşmenin hukukî varlığının kabul edilmesini ifade eder. Bu aşamada yapılacak düzenleme, sözleşmenin geçerlilik ve ispat unsurlarına ilişkin açık hükümler getirmelidir. Kodun, taraf iradesinin ifadesi olarak kabul edilmesi, hukukî özerkliğin dijital alanda tanınması anlamına gelir.
Koruma ekseni, sistemin öngörmediği risklere karşı bireyleri ve kamu yararını korumayı hedefler. Akıllı sözleşmelerde veri güvenliği, hatalı ifa ve algoritmik önyargılar gibi riskler, hukukî koruma mekanizmalarıyla dengelenmelidir. Bu noktada amaç, teknolojiyi sınırlandırmak değil, insanı korumaktır.
Entegrasyon ekseni ise, akıllı sözleşmelerin mevcut hukuk sistemine organik biçimde dahil edilmesidir. Bu, yeni bir “blok zinciri hukuku” yaratmak anlamına gelmez; aksine mevcut kavramların teknolojiyle uyumlu hale getirilmesini ifade eder. Örneğin irade, ifa, temsil ve hata kavramları; dijital biçimleriyle yeniden tanımlanabilir.
The Law of Blockchain kaynağında bu bütünleşme süreci “juridical interoperability” olarak adlandırılmıştır. Yani hukuk, teknolojiyi dışlamak yerine, onunla uyumlu bir çalışma biçimi kazanır. Türk hukukunun reform sürecinde ulaşması gereken hedef de budur: yeni bir sistem değil, uyumlu bir sistem kurmak.
Ara Sonuç: Türk Hukukunun Dijital Dönüşüme Uyum Stratejisi
Netice itibarıyla akıllı sözleşmelerin Türk hukukundaki geleceği, yalnızca yeni normların ihdasıyla değil, hukuk biliminin kendi reflekslerinin dönüşümüyle belirlenmelidir. Çünkü mesele bir “düzenleme” değil, bir uyarlama meselesidir.
Türk hukukunun tarihsel gücü, soyut kavramları somut olaylara uyarlama esnekliğinde yatar. Bu esneklik, teknolojik çağda da en büyük avantajdır. Akıllı sözleşmeler, hukukun yerine geçmeyecek; ancak onu yeniden şekillendirecektir.
Dolayısıyla Türk hukukunun görevi, teknolojiyi sınırlamak değil, hukukiliği dijitalleştirmektir. Böylece hukuk, yalnızca geçmişi düzenleyen değil, geleceği yönlendiren bir sistem olarak varlığını sürdürebilecektir.
2.9. ARA SONUÇ: AKILLI SÖZLEŞMELERİN TÜRK HUKUK SİSTEMİ İÇİNDE KONUMLANDIRILMASI
Hukuk, toplumun değişim hızına yetişmekte her zaman geciken, ancak geride kalmamakta direnen bir kurumdur. Teknolojinin toplumsal dokuyu dönüştürdüğü her dönemde, hukuk kendisine yöneltilen “nasıl uyum sağlar” sorusuna cevap aramış; insan davranışını düzenleyen bir normatif sistem olmaktan çıkıp, insanın yarattığı sistemleri düzenleme görevini üstlenmiştir. Akıllı sözleşmeler olgusu, işte tam da bu dönüşümün merkezinde yer alır. Zira burada hukuk, yalnızca insanın fiillerini değil, insanın iradesinin kodlaşmış biçimini düzenleme ihtiyacıyla karşı karşıyadır.
Türk hukuk sistemi, tarihsel olarak biçimsel normatifliğe dayalı, genel ve soyut kuralların hâkim olduğu bir düzen içinde gelişmiştir. Bu düzen, bireysel iradeyi, hukukî bağlayıcılığın temel kaynağı olarak kabul eder. Ne var ki, akıllı sözleşmelerin yaygınlaşmasıyla birlikte, bireysel irade ile hukukî sonuç arasındaki ilişki yeniden biçimlenmektedir. Artık hukukî sonuç, insanın bilincinden değil, sistemin yürütüm mantığından doğmaktadır. Bu durum, Türk hukuk sisteminde hem dogmatik hem de metodolojik anlamda yeni bir sorgulama alanı yaratmaktadır.
2.9.1. Pozitivist Hukuk Sisteminde Algoritmik Normların Kabulü
Türk hukuk sistemi, biçimsel pozitivizme dayalı bir yapıya sahiptir; yani hukukî geçerlilik, bir normun yetkili organ tarafından konulmasına bağlıdır. Bu nedenle, normun kaynağı devlet otoritesidir. Oysa akıllı sözleşmeler, devlet dışı bir sistemde doğmakta, kendi normatif düzenini yine kendi teknik mantığı içinde yaratmaktadır.
The Law of Blockchain ve Blockchain-Based Smart Contracts kaynaklarında bu yapı “lex cryptographia” doktriniyle açıklanmıştır. Bu doktrin, hukukî geçerliliğin artık yasa koyucudan değil, sistemin işleyişinden doğabileceğini ileri sürer. Bu bağlamda, Türk hukukunda karşılaşılan temel sorun, algoritmik normların pozitif hukuk içinde tanınıp tanınmayacağıdır.
Bu noktada iki yönlü bir yaklaşım mümkündür. İlki, katı pozitivist yaklaşım olup yalnızca kanunla konulan normları tanır; dolayısıyla akıllı sözleşmelerin hukukî değerini sınırlı görür. İkincisi ise esnek pozitivist yaklaşımdır; bu yaklaşım, hukukî sonuç doğuran olguların fiilî gerçeklik içinde şekillendiğini kabul eder. Bu ikinci anlayış, Türk hukukunun dinamik yorum kabiliyetine daha uygundur.
Dolayısıyla Türk hukuk sisteminde algoritmik normların kabulü, hukukî yetkinin devri değil, hukukî etkinliğin tanınması olarak görülmelidir. Zira sistemin kendi içinde doğurduğu düzenlilik, hukukun tanıdığı davranış düzeniyle örtüştüğü sürece, normatif bir değere sahiptir.
2.9.2. Türk Hukuk Sisteminin Kod–İrade İkilemine Yaklaşımı
Akıllı sözleşmeler, hukuk düzeninde yeni bir ikilem doğurmuştur: irade mi esastır, kod mu? Klasik hukuk, iradeyi beyanın kaynağı olarak kabul eder; beyanın şekli, iradenin ifadesidir. Ancak akıllı sözleşmelerde beyan, kodla eşdeğer hale gelmiştir.
S3-DAO Rodrigues ve An Overview on Smart Contracts kaynaklarında bu durum, “iradenin teknik biçime dönüşmesi” olarak tanımlanmıştır. Taraf, iradesini kod aracılığıyla açıkladığında, bu irade artık bir düşünce beyanı değil, bir sistem davranışıdır. Hukuk açısından sorun, bu davranışın irade beyanı yerine geçip geçmeyeceğidir.
Türk hukuk sistemi, irade özgürlüğünü sözleşme serbestisi ilkesiyle tanımaktadır. Bu ilke, akıllı sözleşmelerin meşruiyetini sağlayabilecek en geniş çerçevedir. Çünkü burada tarafların iradesi, kanunun emredici hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla diledikleri biçimde işlem kurmalarına olanak tanır. Dolayısıyla akıllı sözleşmelerdeki kod, hukuken geçerli bir beyan biçimi olarak yorumlanabilir.
Bununla birlikte, Türk hukukundaki irade–beyan teorilerinin bu yapıya tamamen uyumlu hale gelmesi için kavramsal dönüşüm gerekir. Artık “irade” kavramı, yalnızca psikolojik bir süreci değil, programlanmış bir yönelimi ifade etmelidir. Kod, iradenin uzantısı değil, onun tezahür biçimidir.
Bu çerçevede, Türk hukuk sisteminin irade–kod ikilemine yaklaşımı, klasik ikilikten ziyade bütünleşik yorum modeli üzerine kurulmalıdır. Hukuk, kodu iradeye karşı değil, iradenin yeni dili olarak görmelidir.
2.9.3. Sözleşme Özgürlüğü ile Hukuk Güvenliği Arasındaki Yeni Denge
Türk hukukunda sözleşme özgürlüğü, bireyin ekonomik ve iradî özerkliğini koruyan temel ilkedir. Ancak bu özgürlük, hukuk güvenliği ilkesiyle dengelenir. Zira her özgürlük, keyfiliğe dönüşmemesi için sınırlandırılmalıdır.
Akıllı sözleşmeler bu iki ilke arasındaki dengeyi teknik düzeyde yeniden kurmuştur. Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında belirtildiği üzere, akıllı sözleşmeler taraflara mutlak özerklik sağlar; çünkü sistem dışı müdahaleye kapalıdır. Ancak bu özerklik, hukuk güvenliğini zayıflatabilir; zira sistem hatalarında başvurulabilecek bir denetim mekanizması yoktur.
Bu bağlamda, Türk hukuk sistemi için asıl mesele, özgürlükle güvenlik arasındaki dengeyi koruyabilmektir. Taraflar diledikleri biçimde kod yazabilir, sistem dilediği biçimde işleyebilir; ancak bu işleyişin hukukî koruma mekanizmalarıyla desteklenmesi gerekir. Aksi halde teknik doğruluk, hukukî adaleti zedeleyebilir.
Bu nedenle Türk hukukunda reform, sistemin işleyişini değil, sistemin sonuçlarını denetlemelidir. Hukuk, akıllı sözleşmenin içeriğine müdahale etmeden, sonuçlarının hukuk düzeniyle çatışıp çatışmadığını değerlendirmelidir. Böylece hukuk güvenliği, teknik kesinliğin değil, adalet uyumunun teminatı haline gelir.
2.9.4. Dijitalleşen Hukuk Düzeninde İnsan İradesinin Yeniden Tanımı
Akıllı sözleşmelerin en derin felsefî sonucu, insan iradesinin hukuk düzenindeki konumunu dönüştürmesidir. Artık irade, bir öznenin özgür seçimi olmaktan çıkıp, önceden belirlenmiş koşullar altında işleyen bir protokolün parçası haline gelmiştir.
The Law of Blockchain kaynağında bu dönüşüm “post-humanist hukuk” kavramıyla açıklanmıştır. Bu anlayışa göre, hukuk artık yalnızca insanın eylemlerini değil, insanın yarattığı sistemlerin eylemlerini de düzenlemelidir. Bu, irade kavramının antropolojik temelden teknik temele kaydığı anlamına gelir.
Türk hukuk sistemi, tarihsel olarak insan iradesini koruma üzerine kurulmuştur. Bu nedenle dijitalleşen hukuk düzeninde, insan iradesinin sistem içinde kaybolmaması için yeni bir denge kurulmalıdır. İrade, sistemden bağımsız bir güç olarak değil, sistem içinde varlığını sürdüren bir yönlendirici unsur olarak görülmelidir.
Bu bağlamda, hukuk artık “insanı koruyan” değil, “insan ile sistem arasındaki ilişkiyi yöneten” bir işlev üstlenmelidir. Çünkü adaletin öznesi hâlâ insandır; ancak aracısı artık algoritmadır. Bu iki varlık biçiminin çatışmadan birlikte var olabilmesi, hukukun dijital çağdaki en önemli sınavıdır.
Ara Sonuç: Türk Hukukunun Akıllı Sözleşmelere Normatif Yaklaşımı
Netice itibarıyla, akıllı sözleşmeler Türk hukuk sisteminin dogmatik yapısını dönüştürmekte, ancak aynı zamanda onun temel ilkeleriyle uyumlu bir potansiyel de taşımaktadır. Türk hukukunun köklü kavramları — sözleşme serbestisi, dürüstlük kuralı, güven ilkesi, ifa ve irade beyanı — sistemin dijital biçimleriyle yeniden yorumlandığında, blok zinciri çağında da işlevsel kalabilir.
Hukukun görevi, teknolojiyi sınırlamak değil, onu normatif çerçeveye dahil etmektir. Kodun hukukla çatışması değil, hukukla bütünleşmesi hedeflenmelidir. Çünkü hukuk, insanın yarattığı her sistemi, sonunda kendi normatif diline tercüme etmiştir; akıllı sözleşmeler de bu kuralın istisnası değildir.
Binaenaleyh, Türk hukuk sistemi için akıllı sözleşmeler, bir tehdit değil; yeni bir hukuk dilidir. Bu dil, hukukçudan yalnızca kanun bilgisi değil, teknik anlama yeteneği de talep eder. Hukuk, artık metni değil, algoritmayı da okuyabilmelidir.
Sonuç olarak, Türk hukukunun geleceği, insan iradesi ile sistem mantığını karşı karşıya getirmeden, bu ikisini birbirine bağlayan bir “normatif köprü” kurabilmesinde yatmaktadır. Çünkü hukuk, en nihayetinde, insanın yarattığı her düzeni adaletle anlamlandırma sanatıdır.
3.1. NFT KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI VE TEKNOLOJİK TEMELLERİ
Teknolojinin hukukla kurduğu ilişki, çoğu zaman gecikmeli bir kavrayış ilişkisi olmuştur; hukuk, teknolojinin yarattığı yeni gerçeklikleri, onların toplumsal etkileri belirginleştiğinde fark eder. NFT (Non-Fungible Token) olgusu da bu dinamiğin çağdaş bir örneğidir. Henüz 21. yüzyılın ikinci on yılında, dijital ekonominin yeni bir mülkiyet paradigması olarak ortaya çıkan NFT’ler, yalnızca teknik bir yenilik değil, değerin, sahipliğin ve özgünlüğün dijital yeniden inşası anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda NFT, yüzeysel biçimde bir “dijital varlık sertifikası” gibi görünse de, özünde modern hukukun “benzersizlik” (unicity) ve “mülkiyetin ferdi niteliği” ilkelerini dijital düzleme taşıyan yapıdır. NFTs and Corporate Accounting kaynağında belirtildiği gibi, NFT “dijital kıtlık” olgusunu hukuken anlamlı kılmıştır. Daha önce sınırsız kopyalanabilir olan dijital içerikler, NFT yapısıyla birlikte yeniden “tekil”, “sahipli” ve “transfer edilebilir” hale gelmiştir. Böylece dijital dünyanın sonsuz çoğaltılabilirliği, blok zincirinin değişmezlik ilkesiyle sınırlanmış; bu sınırlama, mülkiyetin dijital kıymetle birleştiği bir yeni hak formu yaratmıştır.
3.1.1. NFT’nin Tarihsel Gelişimi: Dijital Mülkiyet Fikrinin Doğuşu
NFT’nin kavramsal kökeni, blok zinciri teknolojisinin olgunlaşmasına paralel olarak gelişmiştir. Blok zinciri, ilk olarak Bitcoin ağıyla birlikte değer transferinin merkezsiz biçimde yapılabilmesini sağlamış; bu yapı, daha sonra Ethereum ekosisteminde programlanabilir hale gelmiştir. İşte NFT’ler, bu programlanabilirlik sayesinde ortaya çıkmıştır.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, NFT fikri, “değerin temsilinden mülkiyetin temsiline geçiş” sürecini ifade eder. Başlangıçta kripto varlıklar yalnızca değiştirilebilir (fungible) değer birimleri olarak düşünülmüştür; örneğin her Bitcoin bir diğerine eşittir. Oysa NFT’ler, bu eşdeğerlik ilkesini kırar. Artık her dijital varlık, kendi içinde benzersizdir ve bu benzersizlik, blok zincirinde kriptografik olarak kayıt altına alınmıştır.
Bu dönüşüm, hukukî düzlemde “mülkiyetin nesneyle değil, veriyle ilişkilendirilmesi” anlamına gelir. NFT, fiziksel dünyadaki mülkiyetin dijital karşılığı değildir; bizzat dijital mülkiyetin kendisidir. Böylece klasik anlamda mal, taşınır veya taşınmaz niteliğini kaybeder; yerini “blok zincirinde varlık” kavramına bırakır.
3.1.2. Fungible (Değiştirilebilir) – Non-Fungible (Benzersiz) Ayrımının Teknik Anlamı
NFT kavramını anlamak, “fungibility” yani değiştirilebilirlik ilkesinin ne anlama geldiğini kavramakla mümkündür. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu fark şöyle açıklanır: Değiştirilebilir varlıklar (örneğin para, hisse, tahvil) aynı türden başka bir varlıkla birebir değiştirilebilir niteliktedir. Ancak NFT, bu eşdeğerlik özelliğini reddeder.
NFT’ler, blok zincirinde benzersiz tanımlayıcı bilgiler içeren token’lardır. Her NFT, kendine özgü bir “metadata” setine ve “hash değeri”ne sahiptir. Bu değer, NFT’nin kimlik kartı niteliğindedir ve o varlığı diğer tüm varlıklardan ayırır. An Overview on Smart Contracts çalışmasında belirtildiği gibi, “benzersizlik ilkesi” (non-fungibility), dijital varlıkların mülkiyet rejimini yeniden tanımlar; çünkü artık aynı içeriğe sahip iki varlık, aynı hakka sahip değildir.
Bu durum, mülkiyet hukukunun temel ilkelerinden biri olan “aynılık” ilkesini tersine çevirir. Klasik hukukta aynı türden mallar aynı değere sahiptir; dijital dünyada ise aynı görüntüye sahip iki NFT, farklı hukukî statüye sahip olabilir. Zira mülkiyet, görünüşte değil, blok zincirindeki kayıtla tanımlanır.
3.1.3. ERC-721, ERC-1155 ve Diğer Token Standartlarının Yapısal Özellikleri
NFT’nin teknik altyapısını belirleyen unsurlar, Ethereum ağında geliştirilen “token standartları”dır. Bu standartlar, token’ların nasıl üretileceğini, saklanacağını, transfer edileceğini ve doğrulanacağını belirler.
NFTs and Corporate Accounting ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında özellikle iki temel standart öne çıkar: ERC-721 ve ERC-1155.
Bu standartlar, NFT’nin yalnızca bir varlık türü değil, aynı zamanda bir protokol kategorisi olduğunu gösterir. NFT’nin hukukî yorumlanabilirliği, doğrudan bu protokollerin işleyiş biçimiyle ilgilidir. Çünkü token, salt bir veri parçası değil; kendi içinde belirli bir davranış biçimini (örneğin transfer koşulu, lisans kısıtı, kullanım süresi) de kodlayabilir.
Bu yapı, NFT’yi sıradan bir mülkiyet belgesinden ayırır. O, yalnızca varlığı temsil etmez; aynı zamanda o varlığın nasıl kullanılabileceğini de belirler. Hukuk açısından bu, sözleşme ile mülkiyetin birleşmesi anlamına gelir.
3.1.4. NFT’nin Blok Zinciri Üzerindeki Temsil Biçimi: Metadata, Hash ve Sahiplik Kayıtları
NFT’nin varlığı, üç teknik katman üzerinden tanımlanır: metadata, hash değeri ve sahiplik kaydı.
The Law of Blockchain ve Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynaklarında belirtildiği üzere, bu üç katman, birlikte “dijital mülkiyetin ispat sistemi”ni oluşturur. Bir NFT’nin varlığını ve kime ait olduğunu kanıtlamak, yalnızca bu verilerin birbiriyle tutarlılığına bağlıdır.
Bu yapı, mülkiyetin soyut biçimde yeniden tanımlanmasını sağlar. Klasik hukukta mülkiyet, fiilî hâkimiyet (zilyetlik) ve tescil üzerinden belirlenir; burada ise mülkiyet, kriptografik hâkimiyet ve blok zinciri kaydıyla tanımlanır.
3.1.5. NFT’yi Kripto Varlıklardan Ayıran Unsurlar ve Türk Hukukundaki Yansımaları
NFT’ler, kripto varlık ekosisteminin bir parçası olmakla birlikte, onlardan hem ekonomik hem hukukî açıdan ayrılır. Kripto varlıklar genellikle değiştirilebilir, yani fungible niteliktedir; NFT’ler ise benzersizdir. Bu nedenle her NFT’nin ekonomik değeri bireyseldir.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu ayrım, “kıymetin değil, varlığın kendisinin tokenlaştırılması” olarak ifade edilmiştir. Kripto para, değerin aktarım aracıdır; NFT ise değerin kendisidir. Bu fark, hukukî düzlemde de yeni bir sınıflandırmayı gerektirir.
Türk hukuk sistemi açısından bu yapı, mevcut “malvarlığı” kavramıyla birebir örtüşmez. Çünkü NFT, hem malvarlığı unsuru hem de veri unsurudur. Dolayısıyla NFT’ler, Türk hukukunda karma nitelikli dijital varlık kategorisine girmektedir.
NFT’nin ekonomik değeri, onu yalnızca borçlar hukuku açısından değil, aynı zamanda mülkiyet, ticaret ve fikrî mülkiyet hukukları açısından da incelemeyi zorunlu kılar. Çünkü NFT, her üç alanda da farklı işlevler üstlenebilir: bir borç ilişkisi doğurabilir, bir ticari varlık olarak alınıp satılabilir, yahut bir fikrî eserin dijital temsili olabilir.
Bu çok katmanlı yapı, Türk hukukunda sistematik bir reform ihtiyacını da doğurur. Zira NFT’ler, klasik hukukta birbirinden ayrık kabul edilen kavramları — mal, hak, veri ve eser — tek bir dijital formda birleştirmiştir.
Ara Sonuç: NFT’nin Teknolojik Yapısının Hukukî Ontolojiye Dönüştürülmesi
Sonuç olarak, NFT’ler yalnızca bir blok zinciri teknolojisi ürünü değildir; aynı zamanda mülkiyet kavramının dijital çağa uyarlanmış halidir. NFT’nin ortaya çıkışı, değerin artık fiziksel temsile değil, kriptografik doğrulanabilirliğe dayandığını gösterir.
Bu yapı, hukukun temel kavramlarını yeniden düşünmeyi zorunlu kılar. Mülkiyet, artık somut nesneye değil, dijital kayda dayanır; zilyetlik, fiilî hâkimiyet değil, anahtar sahipliğiyle ölçülür; sahiplik, görünürlük değil, sistemsel doğrulamayla ispatlanır.
Binaenaleyh, NFT olgusu Türk hukukunun mevcut dogmatiğinde yalnızca yeni bir varlık türü olarak değil, mülkiyetin dijital ontolojisi olarak konumlandırılmalıdır. NFT, mülkiyetin gelecekteki hâlidir: fizikselin yerine geçen değil, fizikseli tamamlayan, veriyle vücut bulan bir hukukî gerçekliktir.
3.2. NFT’LERİN HUKUKÎ NİTELİĞİ ÜZERİNE TEORİK YAKLAŞIMLAR
NFT’lerin hukukî niteliklerine ilişkin tartışma, dijital varlıkların hukuk düzeni içinde nasıl tanımlanacağına dair genel sorunun en güncel örneğidir. Bu tartışmanın merkezinde, NFT’nin bir mal, bir hak, bir belge veya bir temsil aracı olarak mı nitelendirileceği sorusu yer almaktadır. Zira her nitelendirme, farklı hukukî sonuçlar doğurur ve NFT’lerin hangi hukuk dalı tarafından düzenleneceğini belirler.
Klasik hukuk sistemlerinde mülkiyet, bir nesneyle (res) kurulan ilişkinin sonucudur; hak, o nesne üzerinde tasarruf etme yetkisini ifade eder. Ancak NFT’ler, fiziksel bir varlığa değil, dijital bir kayda dayanır. Bu durum, hukukun “maddeye dayalı mülkiyet” paradigmasını zorlar. NFT, ne bütünüyle bir maldır ne de salt bir haktır; o, her iki kavramın kesişiminde yer alan, melez bir hukukî varlık türüdür.
The Law of Blockchain kaynağında bu yapı, “dijital varlıkların normatif ara formu” olarak tanımlanmıştır. Bu ara form, mülkiyet hukukunun maddî temelleriyle borçlar hukukunun kişisel ilişkilerini bir araya getirir. NFT’nin bu melez karakteri, onu klasik hukuk kategorileriyle açıklamayı yetersiz kılar. Zira o, mülkiyetin “sahip olunabilirlik” yönünü taşırken, aynı zamanda fikrî mülkiyetin “yaratıcılık” boyutunu da içinde barındırır.
3.2.1. NFT’nin “Dijital Mal” Olarak Değerlendirilmesi
NFT’yi “dijital mal” olarak gören yaklaşım, onun sahiplik ve transfer edilebilirlik özelliklerinden hareket eder. Bu görüşe göre NFT, hukuken bir malın taşıdığı fonksiyonların büyük kısmını yerine getirir: mülkiyete konu olabilir, devredilebilir, haczedilebilir ve ekonomik değeri vardır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında, NFT’nin “dijital mülkiyet belgesi” olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülür. Zira NFT, blok zinciri üzerinde değişmez biçimde kayıtlıdır; bir cüzdandan diğerine devredildiğinde mülkiyet de teknik olarak el değiştirir. Bu durum, hukukî anlamda “fiilî hâkimiyet” (zilyetlik) ile “hukukî hâkimiyet” (mülkiyet) arasındaki ilişkiyi dijital ortama taşır.
Ancak burada temel sorun, NFT’nin somut bir nesneye değil, veri yapısına dayanmasıdır. Hukukta mal kavramı, geleneksel olarak “duyularla algılanabilir” olma özelliğiyle tanımlanır. NFT ise yalnızca bir kayıttır; fiziksel bir varlık değildir. Bu nedenle NFT’nin mal olarak kabulü, klasik “eşya” anlayışının genişletilmesini gerektirir.
Bu genişletme, hukukun dijitalleşme sürecinin doğal sonucudur. Artık ekonomik değer, fiziksel malda değil, veride somutlaşmaktadır. Dolayısıyla NFT’nin “dijital mal” olarak nitelendirilmesi, mal kavramının içerdiği ekonomik işlevin korunması bakımından isabetlidir.
Bununla birlikte, NFT’nin dijital mal olarak kabul edilmesi, onu bir veri varlığı olarak düzenlemeyi de gerektirir. Çünkü NFT’nin “mülkiyeti”, verinin teknik kontrolüyle özdeşleşmiştir. Kriptografik anahtar sahibi, NFT’nin fiilî zilyedidir; bu anahtarı kaybeden kişi, hukukî anlamda hakkını kaybetmese de fiilen varlık üzerindeki tasarruf gücünü yitirir.
3.2.2. NFT’nin “Hak” Olarak Değerlendirilmesi
NFT’yi bir hak olarak gören yaklaşım, onun bir şeye değil, bir ilişkiye dayandığını savunur. Blockchain-Based Smart Contracts ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında, NFT’nin bir “mülkiyet belgesi” değil, bir mülkiyet hakkını temsil eden dijital işaret olduğu vurgulanır.
Bu görüşe göre NFT, bir malın kendisi değil, o mala ilişkin hakkın ifadesidir. Örneğin bir sanat eserini temsil eden NFT, eserin kendisine değil, onun üzerindeki belirli bir hakka (örneğin sahiplik, lisans, erişim hakkı) karşılık gelir. Bu durumda NFT, hukukî anlamda bir temsil aracıdır.
Bu temsil ilişkisi, klasik hukukta senet, tapu veya poliçe gibi belgelerle kurulan ilişkiye benzer. Ancak NFT’nin farkı, bu temsilin dijital ve değiştirilemez biçimde kodlanmış olmasıdır. Dolayısıyla NFT, “belge”den daha fazlasıdır; çünkü o, hakkın varlığını yalnızca ispat etmez, aynı zamanda onu fiilen yürütür.
Bu yönüyle NFT, “self-executing right” yani kendiliğinden ifa edilen hak biçiminde tanımlanabilir. Bu kavram, klasik hak teorisinde karşılığı olmayan yeni bir olgudur. Hak, artık yalnızca korunması gereken bir talep değil, teknik olarak yürütülebilen bir fonksiyondur.
Bu yaklaşımın en güçlü yanı, NFT’yi salt mülkiyet değil, hak dinamiği olarak konumlandırmasıdır. Zira NFT’nin değeri, yalnızca sahip olmaktan değil, o sahipliğin getirdiği erişim ve kullanım yetkilerinden doğar. Ancak bu görüşün zayıf yanı, NFT’nin ekonomik gerçekliğini geri plana itmesidir. Çünkü NFT piyasaları, hakların değil, varlıkların alınıp satıldığı alanlardır.
3.2.3. NFT’nin “Belge” Olarak Değerlendirilmesi
Bazı yazarlar, NFT’yi hukuken bir belge olarak kabul etme eğilimindedir. Bu görüşe göre NFT, dijital bir ispat aracıdır; o, varlığın kendisini değil, onun varlığını kanıtlayan bir kayıttır. The Law of Blockchain kaynağında bu görüş, “dijital orijinallik sertifikası” teorisiyle desteklenir.
Bu teoride NFT, bir mülkiyet hakkı doğurmaz; yalnızca mevcut bir hakkın dijital ispatıdır. Bu durumda NFT’nin devri, hakkın devrini değil, ispat belgesinin devrini ifade eder. Böyle bir yaklaşım, NFT’nin hukukî işlevini daraltmakla birlikte, onun ispat sistemleriyle olan güçlü bağını açıklar.
Blok zincirinin değişmezlik (immutability) ve şeffaflık (transparency) ilkeleri, NFT’nin belge olarak işlev görmesini sağlar. Çünkü bu sistemde kayıtlar geri alınamaz, değiştirilemez ve herkes tarafından doğrulanabilir. Böylece NFT, klasik hukukta eşine rastlanmayan bir mutlak ispat gücü kazanır.
Ancak bu yaklaşımın sınırı açıktır: eğer NFT yalnızca bir belge olarak kabul edilirse, mülkiyet ilişkilerinin teknik boyutu göz ardı edilir. NFT’yi belgeye indirgemek, onun ekonomik ve toplumsal fonksiyonlarını daraltır. Çünkü NFT, yalnızca ispat eden değil, aynı zamanda yaratan bir unsurdur.
3.2.4. NFT’nin “Temsil Aracı” Olarak Değerlendirilmesi
NFTs and Corporate Accounting ve Decentralized Finance kaynaklarında yer alan hâkim yaklaşımlardan biri, NFT’nin bir temsil aracı (representation vehicle) olarak değerlendirilmesidir. Bu teoriye göre NFT, dijital dünyada var olan bir değeri veya mülkiyeti temsil eder; ancak onunla özdeş değildir.
Bu görüş, özellikle NFT’nin zincir dışı (off-chain) varlıklarla bağlantılı olduğu durumlarda önemlidir. Örneğin bir fiziksel tabloyu temsil eden NFT, tabloya ait mülkiyeti değil, o tabloya ilişkin bir hak beyanını temsil eder. Bu durumda NFT, bir mülkiyetin değil, o mülkiyete bağlı sözleşmesel taahhüdün dijital formudur.
Bu yaklaşım, NFT’nin hukukî işlevini belirlemede oldukça pratiktir; çünkü NFT’nin bazen hak, bazen mal, bazen de belge olarak davranabilmesini açıklar. Ancak bu esneklik, normatif belirsizlik yaratır. NFT’nin temsil ettiği şey ile temsil edilen arasındaki ilişki, her zaman açık değildir. Dolayısıyla NFT’nin temsil aracı olarak kabulü, ancak açık bir sözleşmesel çerçeveyle desteklendiğinde anlamlı hale gelir.
3.2.5. NFT’nin “Sui Generis” Hukukî Statüsü: Mal–Hak İkileminin Ötesinde
NFT’nin hukukî nitelendirilmesine ilişkin tüm yaklaşımlar, onun klasik kategoriler içine tam olarak yerleştirilemediğini göstermektedir. Ne bir mal olarak tanımlamak mümkündür, ne de salt bir hak olarak. O, her ikisinden de unsurlar taşır, ancak her ikisini de aşar.
The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında bu nedenle NFT’nin “sui generis” bir hukukî statüye sahip olduğu belirtilmiştir. Bu kavrama göre NFT, hukuk düzeninde yeni bir varlık türüdür; kendi kuralları, işleyiş biçimi ve temsil mantığı vardır.
Bu statü, NFT’yi “dijital mülkiyetin özerk formu” haline getirir. Hukuk, bu varlığı mevcut kategorilere zorla dâhil etmek yerine, onu kendi doğası içinde tanımalıdır. NFT, artık mülkiyetin bir türü değil, mülkiyetin dijital çağdaki yeni ifadesidir.
Bu nedenle NFT’nin hukukî düzenlenmesi, yalnızca yeni kurallar ihdas etmeyi değil, hukukun temel kavramlarını yeniden tanımlamayı gerektirir. “Eşya”, “hak”, “belge” gibi kavramlar, dijital bağlamda anlamlarını değiştirmekte; NFT bu değişimin hem nedeni hem de sonucunu temsil etmektedir.
Ara Sonuç: Dijital Mülkiyetin Hukukî Ontolojisi
Sonuç olarak NFT, mevcut hukuk kategorileriyle tam olarak açıklanamayacak, karma ve dinamik bir yapıya sahiptir. O, malın somutluğunu, hakkın soyutluğunu ve belgenin ispat gücünü aynı anda taşır. NFT’yi anlamak, aslında dijital mülkiyetin hukukî ontolojisini anlamaktır.
NFT’ler, klasik hukukun “mülkiyet–hak–belge” üçlüsünü aşarak, yeni bir hukukî varlık sınıfı doğurmuştur. Bu varlık, hem ekonomik bir değeri temsil eder hem de kendisi bir değere sahiptir. Hukukun bu olguyu kavrayışı, dijital çağda normatif dilin dönüşümünü belirleyecektir.
Binaenaleyh, NFT’nin hukukî niteliği sorusu, yalnızca bir sınıflandırma meselesi değildir; o, hukukun ontolojik sınırlarını yeniden çizen bir meseledir. Türk hukuk sistemi, bu yeni varlık türünü tanımlarken, kavramlarını yeniden düşünmek ve dijital mülkiyet çağının dogmatiğini kurmak zorundadır.
3.3. NFT’LERDE MÜLKİYET, ZİLYETLİK VE TASARRUF HAKKI
Mülkiyet kavramı, insanlık tarihinin en eski hukukî kurumlarından biridir. Ancak mülkiyetin dijital biçimi olan NFT (Non-Fungible Token) mülkiyeti, bu tarihsel kurumun anlamını kökten dönüştürmüştür. Klasik mülkiyet anlayışı, insanın fiziksel dünyada bir nesne üzerindeki fiilî hâkimiyetini esas alırken; NFT mülkiyeti, insanın dijital alanda bir veri parçası üzerindeki kriptografik hâkimiyetine dayanır. Böylece mülkiyet, fiilî değil, teknik bir hâkimiyet biçimine dönüşür.
Bu yeni hâkimiyet tarzı, Türk hukuk sisteminin dayandığı mülkiyet–zilyetlik–tasarruf üçlüsünü yeniden düşünmeyi gerektirir. Zira NFT’lerde artık zilyetlik, dokunulabilirliğin değil, erişilebilirliğin ölçüsüdür; tasarruf, mal üzerinde değil, veri üzerinde yapılır; mülkiyet ise kişisel iradeye değil, kriptografik doğrulamaya dayanır.
The Law of Blockchain kaynağında bu dönüşüm, “ownership without possession” — yani zilyetliksiz mülkiyet — olarak adlandırılmıştır. Bu ifade, mülkiyetin dijital çağda kazandığı yeni yönü özetler: artık sahiplik, fiziksel hâkimiyetle değil, sistemsel erişim yetkisiyle tanımlanmaktadır.
3.3.1. Dijital Zilyetlik Kavramı: Kriptografik Anahtar Sahipliği ve Fiilî Hâkimiyet
Zilyetlik, klasik hukukta bir mal üzerindeki fiilî hâkimiyet olarak tanımlanır. Ancak NFT’ler, fiziksel bir varlık olmadığından, fiilî hâkimiyetin yerini dijital erişim alır. Bu erişim, özel anahtar (private key) aracılığıyla sağlanır.
NFTs and Corporate Accounting ve Blockchains and Smart Contracts for IoT kaynaklarında belirtildiği üzere, özel anahtar bir anlamda “dijital zilyetlik belgesi”dir. Bir NFT üzerinde tasarrufta bulunmak isteyen kişi, bu anahtara sahip olmalıdır. Bu anahtarın kaybedilmesi, fiilî hâkimiyetin tamamen yitirilmesi anlamına gelir.
Bu durum, klasik zilyetlik kavramının iki yönünü — fiilî hâkimiyet ve zilyet olma iradesi — yeniden tanımlamayı gerektirir. Çünkü NFT’de fiilî hâkimiyet, veri erişimi biçimindedir; zilyet olma iradesi ise dijital kimliğe bağlıdır. Dolayısıyla NFT zilyetliği, hem teknik hem iradî unsurların birleşimiyle var olur.
Ancak bu yapı, zilyetlik kavramını karmaşık hale getirir. Çünkü bir NFT’ye aynı anda birden fazla kişi erişebilir (örneğin çoklu imzalı cüzdanlarda). Bu durumda zilyetlik, bireysel olmaktan çıkar, kolektif hale gelir. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “shared digital possession” — yani paylaşımlı dijital zilyetlik — olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, klasik hukukta karşılığı olmayan yeni bir zilyetlik türüdür.
NFT zilyetliğinin bir diğer özelliği, kesintisiz doğrulanabilirliğidir. Her işlem, blok zincirinde izlenebilir; bu da zilyetliğin tarihçesini şeffaf hale getirir. Klasik hukukta zilyetliğin devri tanıkla veya fiilî teslimle ispatlanırken, NFT’de bu devir, sistem tarafından otomatik olarak kaydedilir. Bu yönüyle dijital zilyetlik, mükemmel ispat gücüne sahip bir teknik hâkimiyet biçimidir.
3.3.2. NFT Sahipliğinin Blok Zinciri Üzerindeki İspat Değeri
Blok zinciri yapısı, NFT sahipliğinin değiştirilemez biçimde kayıt altına alınmasını sağlar. Bu kayıtlar, kronolojik olarak düzenlenir ve her bir transfer işlemi ağın tamamı tarafından doğrulanır. Dolayısıyla NFT sahipliği, klasik hukukta karşılığı bulunmayan bir mutlak ispat gücü taşır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “algorithmic proof of ownership” olarak adlandırılmıştır. Buna göre, NFT’nin sahipliği, herhangi bir belgeye, tanığa veya resmi makama ihtiyaç duyulmaksızın sistemsel doğrulamayla kanıtlanabilir.
Bu yapı, hukukî ispat teorisini teknik temele taşır. Artık ispat, bir anlatı değil, bir veri dizisidir. Hâkim, tarafların beyanlarını değil, sistemin kayıtlarını değerlendirir. Bu durum, ispatın epistemolojik doğasını değiştirir: doğruluk, artık insana değil, algoritmaya dayanır.
NFT sahipliğinin blok zincirinde ispat edilmesi, hukukî güvenliği güçlendirmekle birlikte, yeni bir paradoks yaratır: sistem mutlak doğruluk sağlar, ancak bu doğruluk bazen adaletle örtüşmez. Örneğin bir NFT, teknik olarak bir kişiye ait görünse de, o kişi NFT’yi hileyle elde etmiş olabilir. Bu durumda sistem doğruluğu ile adalet doğruluğu arasında fark ortaya çıkar.
Bu fark, hukuk için temel bir sorudur: doğrulama mı adaletin kaynağıdır, yoksa adalet mi doğrulamanın? NFT sahipliğinin ispatında hukuk, artık teknik kesinlikle etik doğruluk arasında bir denge kurmak zorundadır.
3.3.3. Mülkiyetin Dijital Temsili ve Zincir Dışı (Off-Chain) Varlıklarla Bağlantısı
Her NFT, dijital bir varlığı temsil eder; ancak bu varlık her zaman blok zinciri içinde bulunmaz. Çoğu NFT, zincir dışı (off-chain) bir içerikle bağlantılıdır: bir görsel dosya, ses kaydı veya fiziksel eser gibi. Bu durumda mülkiyetin konusu, NFT’nin kendisi midir, yoksa onun temsil ettiği şey midir?
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu soruya “ikili mülkiyet yapısı” yanıtı verilir. Buna göre, NFT iki düzeyde mülkiyet ilişkisi doğurur: birincisi NFT token’ının kendisi üzerindeki dijital mülkiyet, ikincisi ise token’ın temsil ettiği varlık üzerindeki mülkiyet veya hak ilişkisi.
Bu ayrım, hukukî açıdan önemlidir. Çünkü token’ın devri her zaman temsil ettiği varlığın devrini doğurmaz. Eğer taraflar açıkça aksi kararlaştırmamışsa, NFT’nin el değiştirmesi yalnızca dijital kaydı etkiler; temsil edilen fiziksel varlık üzerindeki hak aynen kalır.
Bu nedenle NFT işlemlerinde, mülkiyetin kapsamı açıkça belirlenmelidir. Aksi halde, taraflar arasında “kod–irade” çatışması ortaya çıkar: sistem NFT’yi devretmiş görünür, ancak taraf iradeleri bu devri amaçlamamış olabilir.
Bu ikili yapı, hukukî anlamda ayrık mülkiyet (split ownership) kavramını gündeme getirir. NFT’de dijital mülkiyet ile maddî mülkiyet farklı kişilere ait olabilir. Bu yapı, mülkiyetin bütünlüğü ilkesine meydan okur; ancak aynı zamanda yeni bir mülkiyet biçiminin doğuşunu da temsil eder: dijital–maddî çift katmanlı mülkiyet.
3.3.4. Mülkiyetin Devri, Bölünmesi ve Kısmi Sahiplik (Fractional Ownership)
NFT’ler, bölünebilir olmamakla birlikte, birden fazla kişiye ortaklaşa sahiplik olanağı tanıyabilir. Bu durum, “fractional ownership” yani kısmi sahiplik kavramını doğurur.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu yapı, “tokenizasyonun demokratikleşmesi” olarak tanımlanmıştır. Bir NFT, belirli oranlarda parçalara bölünerek birden fazla yatırımcıya sunulabilir. Bu parçalar, o NFT üzerindeki ekonomik menfaatin belirli bir kısmını temsil eder.
Bu sistem, mülkiyetin klasik tekillik (unitary ownership) ilkesini zayıflatır. Artık bir NFT’nin tek bir sahibi değil, birçok ortak sahibi olabilir. Bu ortaklık, hisse senedi benzeri bir yapıya benzese de, NFT’lerde paylar genellikle sözleşmesel değil, protokol düzeyinde tanımlanır.
Buna rağmen, NFT’nin bölünebilirliği kavramsal bir paradoks yaratır. Çünkü “non-fungible” kavramı, benzersizliği ifade eder; ancak fractional ownership bu benzersizliği ekonomik olarak parçalar. Böylece NFT, hem benzersiz hem de bölünebilir bir varlık haline gelir.
Bu çelişki, NFT’nin hukukî niteliğinin esnekliğini gösterir. NFT mülkiyeti, tek bir modelle sınırlanamaz; o, ekonomik ve teknik koşullara göre yeniden biçimlenebilir. Ancak Türk hukuk sisteminde bu yapı, mülkiyetin bölünmezliği ilkesiyle çatışma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle NFT sahipliğinin paylaşımı, ortak mülkiyet rejimi benzeri bir sistemle açıklanabilir.
3.3.5. NFT’nin El Değiştirmesi Halinde Doğan Sorumluluk ve Hak Kayıpları
NFT’lerin devri, blok zincirinde otomatik olarak gerçekleşir; bu devir, genellikle geri alınamaz. Ancak bu durum, taraflar arasındaki hukukî sorumluluğu ortadan kaldırmaz.
The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında belirtildiği üzere, NFT devrinde üç tür sorumluluk ortaya çıkar:
NFT devrinde en sık rastlanan sorun, “sahipliğin kaybı” meselesidir. Bir NFT yanlışlıkla veya dolandırıcılık yoluyla devredildiğinde, blok zincirinde bu işlem geri alınamaz. Bu durumda hukuk, teknik doğruluk ile hakkaniyet arasında seçim yapmak zorundadır.
Bu nedenle NFT işlemlerinde, ex ante koruma yani önleyici mekanizmalar geliştirilmelidir. Akıllı sözleşmelerde “geri çağırma” (reversal) veya “arabulucu onayı” gibi mekanizmalar yer alabilir. Ancak bu sistemler, blok zincirin değişmezlik ilkesine aykırı olacağından, teknik–hukukî bir denge kurulmalıdır.
Sonuç olarak, NFT’nin devri, klasik mülkiyet devrinden daha kesindir; ancak bu kesinlik, adaletin esnekliğini azaltır. Türk hukuk sisteminin bu yapıya yaklaşımı, teknik işlem kesinliği ile hukukî hakkaniyet arasında bir denge kurma zorunluluğu doğuracaktır.
Ara Sonuç: Dijital Mülkiyetin Yeni Paradigması
Netice itibarıyla NFT’ler, mülkiyetin dijital dönüşümünü temsil eder. Klasik mülkiyetin dayandığı fiziksel hâkimiyet ilkesi, yerini kriptografik hâkimiyete bırakmıştır. Zilyetlik, dokunma değil erişimdir; tasarruf, kullanım değil kodlamadır; mülkiyet, tescil değil, blok zinciri kaydıdır.
NFT, mülkiyetin artık bir eşyaya değil, bir veri zincirine ait olabileceğini göstermiştir. Bu yapı, hukukun mülkiyet kavramını yeniden inşa etmesini zorunlu kılar. Artık mülkiyet, yalnızca maddî varlıklara değil, dijital varoluş biçimlerine de atfedilmelidir.
Binaenaleyh, NFT’lerde mülkiyetin özü, insanın dünyaya değil, sisteme hâkimiyetinde yatmaktadır. Bu yeni hâkimiyet biçimi, Türk hukukunda mülkiyetin kavramsal sınırlarını genişletmekte; “eşya hukuku”nu “veri hukuku” ile birleştiren bir geçiş dönemi yaratmaktadır.
3.4. NFT’LER İLE FİKRÎ VE SINAÎ HAKLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ
Fikrî mülkiyet hukukunun temel amacı, insanın yaratıcı emeğini korumak ve bu emeğe dayalı ekonomik değerleri güvence altına almaktır. Bu hukuk dalı, üretim sürecinin merkezinde insan iradesi ve entelektüel katkı bulunduğu için, hukuk sisteminin en insani alanlarından biri olarak kabul edilir. Ancak NFT (Non-Fungible Token) olgusu, fikrî mülkiyetin özünü oluşturan bu insan merkezli sahiplik anlayışını köklü biçimde dönüştürmüştür.
Zira NFT, yaratıcı emeğin dijital biçime bürünmüş halidir; ancak bu biçim, yalnızca eserin kendisini değil, o eserin blok zincirinde varlığını, izlenebilirliğini ve devredilebilirliğini de içerir. Böylece eser artık sadece bir fikrî ürün değil, aynı zamanda bir veri varlığı haline gelir. Bu durum, fikrî mülkiyet hukukunun temel kavramlarının — orijinallik, çoğaltma, yayma, lisanslama ve sahiplik — dijital ortamda yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri teknolojisi, “fikrî mülkiyetin kamusal ispat defteri” işlevini görmektedir. Bu sistemde her NFT, bir fikrî ürünün kimlik belgesi olarak davranır; bu sayede eser üzerindeki hakların kime ait olduğu, ne zaman üretildiği ve kim tarafından devredildiği açıkça görülebilir. Ancak bu açıklık, fikrî mülkiyetin doğasını hem güçlendiren hem de zorlayan bir çifte etki yaratır.
3.4.1. NFT ve Fikrî Mülkiyetin Kesişim Noktası: “Dijital Orijinallik” Sorunu
Fikrî mülkiyet hukukunun en temel unsurlarından biri orijinallik (originality) ilkesidir. Eser, sahibinin kişiliğini yansıttığı ölçüde korunur. Ancak dijital çağda bu kişisel iz, sonsuz biçimde kopyalanabilir hale gelmiştir. NFT, bu sınırsız kopyalanabilirliği sınırlayan ilk teknolojik mekanizmadır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu dönüşüm, “dijital orijinalliğin kodlanması” olarak tanımlanmıştır. NFT, bir dijital eserin blok zinciri üzerinde tekil bir kimlik kazanmasını sağlar; böylece dijital ortamda orijinalliğin nesnel olarak ispat edilebilmesi mümkün hale gelir.
Bununla birlikte, NFT’nin orijinalliği teknik bir doğrulama biçimidir; hukukî orijinallik ise yaratıcılık ve kişisel ifade unsurlarına dayanır. Bu iki düzeyin her zaman örtüşmediği durumlar ortaya çıkar: bir NFT teknik olarak benzersiz olsa da, hukukî anlamda özgün bir eser olmayabilir. Dolayısıyla blok zinciri, orijinalliği belgeleyen ama yaratmayan bir sistemdir.
Bu fark, Türk fikrî mülkiyet sisteminin temel ilkeleriyle doğrudan ilişkilidir. Çünkü Türk hukuku, eserin sahibini eseri yaratan kişi olarak kabul eder; oysa NFT’de yaratıcı ile kayıt sahibi farklı olabilir. Böylece “yaratıcı mülkiyet” ile “kayıt mülkiyeti” arasında bir ayrım doğar. Bu ayrım, dijital çağda fikrî mülkiyetin en temel çatışma alanını oluşturur.
3.4.2. NFT’nin Telif Hakkı Üzerindeki Etkisi: Yeniden Üretim, Çoğaltma ve Lisanslama
Fikrî mülkiyet hukukunun en tartışmalı alanlarından biri, dijital çoğaltma kavramıdır. Çünkü dijital ortamlarda her erişim, aynı zamanda bir çoğaltma anlamına gelir. NFT’ler, bu çoğaltma sürecine benzersiz bir çözüm getirir: eserin orijinali ile kopyası arasındaki fark, blok zincirinde kriptografik bir ayrım haline gelir.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında NFT’nin bu özelliği, “reproduction by verification” — doğrulamayla yeniden üretim — olarak adlandırılmıştır. Bu kavrama göre, NFT yalnızca bir eseri temsil etmez; aynı zamanda o eserin özgünlüğünü sürekli olarak doğrular. Böylece telif hakkının temel problemi olan “yetkisiz çoğaltma” teknik olarak önlenebilir hale gelir.
Ancak burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: NFT’nin satışı, eserin telif haklarının devri anlamına gelmez. NFT’nin devri, yalnızca dijital varlığın sahipliğini değiştirir; eserin çoğaltılması, yayılması veya kamuya iletilmesi üzerindeki haklar ise genellikle eserin yaratıcısında kalır.
Bu ayrım, NFT işlemlerinde sıkça gözden kaçmaktadır. Bir NFT’yi satın alan kişi, çoğu zaman eserin tüm haklarına sahip olduğunu zanneder; oysa fiilen yalnızca bir dijital mülkiyet sertifikasına sahiptir. Bu durum, “telif hakkı devri” ile “NFT devri” arasındaki farkı açık biçimde ortaya koyar.
The Law of Blockchain kaynağında bu fark, “ownership without copyright” — telif hakkı olmadan sahiplik — olarak ifade edilmiştir. NFT’nin bu niteliği, hukukî belirsizliklerin ve uyuşmazlıkların başlıca kaynağıdır.
3.4.3. NFT’lerin Marka, Patent ve Tasarım Hukuku Açısından Doğurduğu Sonuçlar
NFT’lerin etkisi yalnızca telif hakkı alanında değil, sınai mülkiyet alanında da hissedilmektedir. Özellikle marka, tasarım ve patent hakları, NFT’lerin dijital temsiliyet yapısından doğrudan etkilenir.
S3-DAO Rodrigues ve NFTs and Corporate Accounting kaynaklarında belirtildiği üzere, markalar artık yalnızca ticari unvanı değil, dijital kimliği temsil eder hale gelmiştir. Bir markanın NFT biçiminde tokenlaştırılması, onun dijital ortamda izlenebilir ve devredilebilir hale gelmesini sağlar. Bu, marka hakkını yalnızca ticaretin değil, dijital kimliğin bir unsuru haline getirir.
Tasarım ve patent alanında da benzer bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bir tasarımın NFT biçiminde kaydedilmesi, onun orijinalliğini ve öncelik tarihini blok zincirinde ispatlama imkânı sunar. The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “registration by existence” — varlıkla tescil — kavramıyla açıklanır. Buna göre, bir eserin NFT biçiminde blok zincirine kaydedilmesi, fiilen onun tescili anlamına gelir; zira sistem, değiştirilemez bir kayıt sağlar.
Ancak bu yaklaşımın hukukî sonucu henüz net değildir. Çünkü blok zinciri üzerindeki kayıt, devlet otoritesi tarafından tanınmadıkça, klasik anlamda bir tescil hükmü doğurmaz. Yine de NFT’nin bu özelliği, sınai mülkiyetin geleceğinde tescil sistemlerini merkezsizleştirme potansiyeli taşır.
Bu potansiyel, Türk hukuk sistemi için hem fırsat hem risk niteliğindedir. Fırsattır, çünkü tescil süreçlerini hızlandırır ve güvenilir hale getirir; risktir, çünkü devletin düzenleyici denetimini zayıflatabilir.
3.4.4. NFT’nin “Telif Hakkı Devri” Aracı Olarak Kullanılması ve Lisanslama Modelleri
NFT’lerin en dikkat çekici özelliklerinden biri, akıllı sözleşmeler aracılığıyla otomatik lisanslama yapabilme kapasitesidir. Bu, klasik lisans sözleşmelerinden farklı olarak, taraf iradesini kod biçiminde tanımlar ve yürütür.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu yapı, “self-enforcing licensing system” olarak adlandırılmıştır. Buna göre, NFT’nin satışıyla birlikte, belirli koşullara bağlı lisans hakları da otomatik olarak devredilebilir. Örneğin bir NFT eseri her el değiştirdiğinde, yaratıcıya belirli bir yüzde oranında telif bedeli (royalty) ödenmesi sağlanabilir.
Bu mekanizma, telif hakkı hukukunda sürekli yaratıcı geliri ilkesini teknik olarak mümkün kılar. Artık yaratıcı, eserin ilk satışından sonra da gelir elde edebilir. Bu, klasik sistemde mümkün olmayan bir durumdur; zira telif hakkı devrinden sonra gelir paylaşımı genellikle kesilir.
Ancak bu sistemin hukuken işlerliği, taraf iradelerinin kodda doğru biçimde temsil edilmesine bağlıdır. Eğer akıllı sözleşme hatalı yazılmışsa, taraflardan biri farkında olmadan tüm haklarını devredebilir. Bu nedenle NFT lisanslamasında “irade–kod uyumu” meselesi, hukukî geçerliliğin merkezinde yer alır.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “coded intention paradox” — kodlanmış irade paradoksu — olarak tanımlanmıştır. Bu paradoksta taraf iradesi hukuken korunmaya devam eder; ancak sistem, iradeyi değil, kodu uygular. Dolayısıyla NFT lisanslaması, yalnızca teknik doğruluk değil, hukukî özen de gerektirir.
3.4.5. Fikrî Hak–NFT Çatışması: Dijital Mülkiyetin Sınırları ve Eser Sahibinin Hakları
NFT’lerin yaygınlaşmasıyla birlikte, eser sahiplerinin hakları üzerinde yeni türden ihlaller ortaya çıkmıştır. Özellikle izinsiz tokenlaştırma, yani bir eserin sahibinin rızası olmadan NFT’ye dönüştürülmesi, dijital korsanlığın yeni biçimi haline gelmiştir.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu durum, “permissionless tokenization” olarak adlandırılmıştır. Bu yapı, blok zincirinin merkezsiz doğasının doğal bir sonucudur: herkes dilediği içeriği tokenlaştırabilir. Ancak bu özgürlük, fikrî hak sahibinin rızasını ortadan kaldırır.
Bu çatışma, “teknik meşruiyet–hukukî meşruiyet” ayrımını doğurur. Sistem açısından işlem geçerlidir; ancak hukuk açısından izinsizdir. Dolayısıyla NFT ekosisteminde eser sahibinin hakkı, teknik olarak ihlal edilmeden hukuken ihlal edilebilir hale gelir.
Bu çelişkinin çözümü, eser sahibine teknik kontrol mekanizmaları tanımaktan geçer. NFT platformları, eser sahiplerinin içeriklerini önceden kayıt altına alarak “orijinallik filtreleri” oluşturabilir. Ancak bu tür mekanizmalar, blok zincirinin açıklık ve serbestlik ilkeleriyle çelişebilir.
Binaenaleyh, NFT’ler ile fikrî haklar arasındaki ilişki, hukukun iki temel ilkesi arasında salınır: yaratıcı özgürlük ve teknik özerklik. Bu iki ilkenin uzlaştırılması, dijital çağın fikrî mülkiyet hukukunun ana eksenini oluşturacaktır.
Ara Sonuç: Fikrî Emeğin Dijitalleşmesi ve Hukukî Yeniden İnşası
Sonuç olarak NFT’ler, fikrî mülkiyet hukukunun klasik yapısını hem tamamlayan hem de aşan bir dönüşüm yaratmıştır. Artık eser, yalnızca fikrî bir ürün değil, aynı zamanda bir veri zinciri nesnesidir.
Bu yeni yapı, fikrî mülkiyeti insan emeğinden uzaklaştırmaz; aksine o emeği teknik olarak görünür kılar. NFT, yaratıcının izini silmez, tersine onu blok zincirine kazır. Ancak bu kazıma, aynı zamanda yaratıcı özgürlüğü teknik sınırlara hapseder.
Dolayısıyla NFT çağında fikrî mülkiyet, özgürlüğün değil, görünürlüğün hukukudur. Türk hukuk sisteminin bu yeni düzene uyumu, insan iradesini koruma geleneğini sürdürürken, dijital orijinalliği de hukuken tanıma kapasitesine bağlı olacaktır.
3.5. NFT’LERİN EKONOMİK DEĞERİ VE FİNANSAL NİTELİĞİ
Ekonomik değer kavramı, tarih boyunca hukukun en çok değişen, ancak asla anlamını kaybetmeyen kavramlarından biridir. Değer, kimi zaman emeğin, kimi zaman kıtlığın, kimi zaman da sembolik temsillerin bir fonksiyonu olarak kabul edilmiştir. 21. yüzyılda bu değer artık dijital benzersizlik (digital uniqueness) üzerinden tanımlanmaktadır. NFT’ler (Non-Fungible Token) tam da bu dönüşümün ürünü olarak, değer kavramını fiziksellikten soyutlayarak kriptografik düzleme taşımıştır.
Bu bağlamda NFT, salt bir teknoloji değil; değerin dijitalleşmiş hukukî temsilidir. NFTs and Corporate Accounting kaynağında belirtildiği gibi, NFT’nin ekonomik önemi, yalnızca bir varlığı temsil etmesinden değil, aynı zamanda o varlığı “devredilebilir kıtlık” biçiminde tanımlamasından kaynaklanır. Bu kavram, dijital çağda ilk kez gerçek bir “dijital mülkiyet ekonomisi”nin doğmasına yol açmıştır.
NFT’lerin finansal sistem açısından önemi ise, bu yeni mülkiyet biçiminin, sermaye piyasalarının klasik işlevleriyle etkileşime girmesinden doğar. Artık NFT’ler yalnızca sanatsal veya kültürel varlıklar değil, aynı zamanda yatırım nesnesi, teminat aracı ve değer transferi aracıdır. Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu dönüşüm, “token ekonomisinin finansal merkezsizleşmesi” olarak tanımlanmıştır.
3.5.1. NFT Piyasalarının Ekonomik Yapısı ve Dijital Varlık Ekonomisi
NFT piyasaları, klasik finans piyasalarından farklı olarak, merkezi olmayan bir yapıda işler. Her NFT, bir pazar yerinde veya doğrudan eşler arası (peer-to-peer) sistemler aracılığıyla alınıp satılabilir. Bu durum, NFT’leri “açık mülkiyet ekonomisi”nin parçası haline getirir.
Decentralized Finance kaynağında NFT ekonomisi, “değerin zincir içi dolaşımı” olarak tanımlanmıştır. Bu yapıda değer, bir otorite tarafından değil, ağ katılımcılarının karşılıklı kabulüyle belirlenir. NFT’nin fiyatı, arz-talep ilişkisiyle değil, algısal benzersizlik üzerinden şekillenir.
Bu yapı, ekonomik değerin artık yalnızca rasyonel beklentilere değil, sembolik temsillere de dayandığını gösterir. Bir NFT’nin değeri, çoğu zaman teknik işlevinden değil, toplumsal veya kültürel anlamından kaynaklanır. NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu olgu “subjective scarcity” — öznel kıtlık — kavramıyla açıklanmıştır. Kıtlık, artık fiziksel yokluk değil, kolektif tanıma eksikliğidir.
NFT piyasalarının bir diğer özelliği, likidite eksikliğidir. Kripto para piyasalarında varlıklar sürekli alınıp satılabilirken, NFT piyasalarında her varlık benzersiz olduğu için talep süreklilik göstermez. Bu nedenle NFT ekonomisi, yüksek volatilite ve düşük likidite özellikleri taşır.
Ancak tüm bu risklere rağmen, NFT’ler dijital ekonomide yeni bir değer katmanı yaratmıştır: dijital mülkiyetin iktisadî dolaşımı. Artık dijital içerikler yalnızca tüketilmez; aynı zamanda yatırım nesnesi haline gelir.
3.5.2. NFT’nin Finansal Araç, Yatırım Ürünü veya Menkul Kıymet Sayılıp Sayılmayacağı Tartışması
NFT’lerin finansal niteliği, en tartışmalı konulardan biridir. Bu tartışmanın özü, NFT’nin bir “mülkiyet belgesi” mi, yoksa “yatırım aracı” mı olduğudur.
Markets in Crypto-Assets kaynağında bu sorun, “financialization of uniqueness” — benzersizliğin finansallaşması — olarak tanımlanmıştır. Klasik menkul kıymetler eşdeğerlik (fungibility) ilkesine dayanır; her hisse veya tahvil, diğerinin yerini alabilir. NFT’lerde ise bu eşdeğerlik yoktur. Bu nedenle NFT, teknik olarak menkul kıymet tanımına girmez. Ancak pratikte yatırım amacıyla kullanıldığı için ekonomik işlev bakımından finansal araç olarak davranır.
Bu çelişki, hukukî sınıflandırma açısından yeni bir ikilik yaratır: işlevsel finansallık ile formel mülkiyet arasındaki fark. Bir NFT, yatırım amacıyla alınıp satıldığında, fiilen sermaye piyasasının bir unsuru haline gelir; ancak hukukî biçim olarak hâlâ dijital mülkiyet belgesidir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu yapıya “proto-securities” — ön menkul kıymet — denilmektedir. Yani NFT’ler, henüz tam anlamıyla menkul kıymet sayılmamakla birlikte, ekonomik işlevleri itibarıyla o alanla kesişir.
Bu nedenle NFT’lerin finansal niteliği, düzenleyici çerçevenin yaklaşımına göre değişir. Bir hukuk sistemi, NFT’yi “yatırım aracı” olarak tanımlarsa, menkul kıymetler rejimi devreye girer; ancak NFT’yi “dijital mal” olarak görürse, mülkiyet rejimi geçerli olur. Türk hukuk sistemi açısından bu ikiliğin çözümü, ekonomik işlev ilkesi temelinde yapılmalıdır: NFT, kullanım amacına göre farklı rejimlere tabi olabilir.
3.5.3. NFT’nin Fiyatlandırma Dinamikleri: Kıtlık, Benzersizlik ve Likidite
NFT’nin fiyatını belirleyen unsurlar, klasik iktisat teorisinden büyük ölçüde ayrılır. Çünkü NFT’nin değeri, üretim maliyetinden değil, algısal kıtlıktan kaynaklanır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu durum, “symbolic valuation” — sembolik değerleme — kavramıyla açıklanmıştır. NFT’nin ekonomik değeri, toplumsal kabul ve duygusal yatırımın bir sonucudur. Dolayısıyla NFT ekonomisi, rasyonel değil, kültürel ekonomidir.
Bu yapının bir diğer özelliği, piyasa değerinin büyük ölçüde topluluk etkisine bağlı olmasıdır. Bir NFT koleksiyonu, sosyal medyada veya belirli bir toplulukta popüler hale geldiğinde, değeri katlanarak artabilir. Bu durum, NFT piyasalarında “sosyal fiyatlama” (social pricing) olgusunu doğurur.
Ancak bu sistem, aynı zamanda balon ekonomisi riskini barındırır. Çünkü NFT’nin değeri çoğu zaman kullanım değerinden değil, spekülatif beklentiden doğar. Decentralized Finance kaynağında bu durum, “hype-driven valuation” olarak tanımlanmıştır. Yani değer, bilgiye değil, heyecana dayanır.
Bu çerçevede NFT piyasalarında hukukun rolü, fiyatı belirlemek değil, piyasa istikrarını korumak olmalıdır. Çünkü NFT’nin doğası gereği piyasa fiyatı adalet ölçütüyle değil, algı ekonomisiyle belirlenir.
3.5.4. NFT Borsaları, Müzayede Platformları ve Aracı Kurumların Sorumluluğu
NFT’lerin alım-satımı genellikle dijital platformlarda gerçekleşir. Bu platformlar, klasik anlamda bir borsa olmamakla birlikte, fiilen borsa işlevi görür. The Law of Blockchain kaynağında bu sistem, “decentralized exchange infrastructure” olarak tanımlanmıştır.
Bu platformlar, NFT’lerin listelenmesi, satışı, transferi ve depolanması süreçlerini yönetir. Dolayısıyla hem teknik hem hukukî açıdan aracı konumundadırlar. Ancak merkezî otoriteye bağlı olmadıkları için, sorumlulukları belirsizdir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum, “depersonalized responsibility problem” — kişisizleşmiş sorumluluk sorunu — olarak tanımlanmıştır. NFT borsaları, işlemleri otomatikleştirir; fakat bir hata veya dolandırıcılık durumunda, muhatap belirsizdir. Bu nedenle NFT ekosisteminde, platformların teknik sorumluluğu ile hukukî sorumluluğu arasındaki sınırın belirlenmesi gerekir.
Bazı platformlar, işlem güvenliğini artırmak amacıyla kullanıcı sözleşmeleri aracılığıyla riskleri sınırlandırır. Ancak bu sözleşmeler, blok zincirinin anonim yapısıyla çelişir. Dolayısıyla NFT borsalarının sorumluluğu, sözleşmesel değil, sistemsel özen yükümlülüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda, Türk hukuk sistemi açısından NFT platformları, klasik “aracı kurum” tanımına tam olarak uymasa da, dijital piyasa operatörü statüsüyle değerlendirilmelidir.
3.5.5. NFT ve Vergisel Yansımalar: Dijital Kazanç, Değer Transferi ve Kayıt Dışılık Sorunu
NFT’lerin ekonomik değerinin artmasıyla birlikte, bu varlıkların vergilendirilmesi sorunu gündeme gelmiştir. Ancak NFT’lerin hem dijital hem benzersiz olması, klasik vergi hukukunun dayandığı tespit ve izleme mekanizmalarını zorlaştırır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT gelirlerinin “traceable but untraceable” — yani izlenebilir ama tanımlanamaz — olduğu belirtilmiştir. NFT işlemleri blok zincirinde açıkça görülebilir; ancak tarafların kimliği anonimdir. Bu durum, kayıt dışı ekonominin dijital biçimini oluşturur.
Bu nedenle NFT gelirlerinin vergilendirilmesi, yalnızca gelir tespiti değil, kimlik tespiti sorununa da dayanır. Vergi hukukunun bu yapıya uyumu, kimliğe değil, işlemlere dayalı bir denetim sistemine geçilmesini gerektirir.
Ayrıca NFT’lerin sürekli el değiştirmesi, klasik anlamda “değer artışı kazancı” kavramını da karmaşık hale getirir. Çünkü NFT’nin değeri anlık olarak değişir; bu değişim, vergisel ölçüm açısından sabit bir matrah oluşturmayı zorlaştırır.
Bu durum, NFT ekonomisinin hukukî yönüyle birlikte finansal etik yönünü de gündeme getirir. Dijital kazanç, yalnızca teknik değil, adalet temelli bir vergi politikası gerektirir.
Ara Sonuç: Dijital Değerin Hukukî Ekonomisi
Netice itibarıyla NFT’ler, dijital ekonominin en radikal yeniliklerinden biridir; çünkü değeri artık fiziksel temele değil, algısal benzersizliğe dayandırmıştır. NFT, bir varlığı temsil etmekten çok, değerin kendisini dijitalleştirir.
Bu yapı, klasik hukuk sistemleri açısından hem bir meydan okuma hem de bir fırsattır. NFT’ler aracılığıyla mülkiyet, yatırım, vergi ve değer kavramları yeniden tanımlanmaktadır. Artık ekonomik faaliyet, sadece metinlerle değil, koda yazılmış mülkiyet ilişkileriyle yürümektedir.
Dolayısıyla NFT ekonomisinin hukukî analizi, yalnızca yeni bir piyasanın değil, yeni bir değer rejiminin anlaşılması anlamına gelir. Bu rejimde hukuk, piyasanın arkasında değil, onun içindeki algoritmalarda yaşar.
Binaenaleyh, NFT’lerin ekonomik değeri, yalnızca maddî kazanç değil, dijital çağın hukukî meşruiyetinin de bir ölçütüdür. Çünkü modern ekonomide adalet, artık sadece dağıtımda değil, kodun nasıl yazıldığı noktasında aranmalıdır.
3.6. NFT’LERDE SORUMLULUK, HİLE VE DOLANDIRICILIK HALLERİ
Sorumluluk hukuku, dijital çağın en kırılgan alanlarından birine dönüşmüştür. Zira teknolojik sistemler hataya, insanlardan farklı biçimde, kasıt içermeksizin yol açar. Akıllı sözleşmelerin ve blok zinciri teknolojisinin bu yapısal özelliği, NFT (Non-Fungible Token) ekosisteminde doğan zararların nasıl ve kime yükletileceği sorusunu karmaşık hale getirmiştir.
NFT’lerde doğan zararlar çoğu zaman klasik hukukta tanımlı “haksız fiil”, “sözleşmeye aykırılık” veya “kusurlu davranış” kategorileriyle açıklanamaz. Çünkü bu zararların önemli bir bölümü, sistem hatasından, algoritmik eksiklikten veya kimlik belirsizliğinden doğmaktadır. The Law of Blockchain kaynağında bu yapı “diffuse responsibility” — yani dağılmış sorumluluk — olarak nitelendirilmiştir. Bu tanım, NFT ekosistemindeki tüm aktörlerin (platform, geliştirici, kullanıcı, oracle, doğrulayıcı, vs.) belirli ölçülerde sorumluluk payı taşıdığını, ancak hiçbirinin tek başına tam sorumlu sayılamayacağını ifade eder.
Dolayısıyla NFT’lerde sorumluluk, artık failin kim olduğunu değil, hangi sistemin hangi koşullarda çalıştığını sorgulayan bir yaklaşıma dayanmak zorundadır.
3.6.1. Dijital Varlık Dolandırıcılığı, Kopya NFT’ler ve Sahte Orijinallik Sorunları
NFT piyasalarının en belirgin hukuki riski, sahte orijinallik (fake authenticity) olgusudur. NFT’lerin teknik olarak benzersiz olmaları, onların doğruluğunu garanti etmez. Çünkü NFT, bir dijital içeriğin kime ait olduğunu değil, kimin blok zincirine kaydettiğini gösterir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu durum, “false provenance” yani yanıltıcı menşe beyanı olarak adlandırılmıştır. Bir sanat eseri, müzik kaydı veya görsel içerik, sahibinin rızası olmadan tokenlaştırıldığında, blok zincirinde “sahiplik” kaydı doğru görünse bile gerçekte hileli olabilir. Bu durumda hile, sistem içinde değil, sisteme giriş aşamasında gerçekleşir.
Bu tür hileler, dijital dolandırıcılığın yeni biçimini oluşturur. Klasik dolandırıcılıkta aldatma beyanı söz veya belge yoluyla yapılırken, burada kriptografik kayıt aldatmanın aracıdır. Sistem, bu kaydın yanlış olduğunu ayırt edemez; çünkü teknik olarak her kayıt geçerlidir.
Bu nedenle NFT dolandırıcılığı, klasik hile kavramının dijital eşleniği değil, kayıtlı yalan (registered falsehood) biçimidir. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu kavram, “truth without legitimacy” — yani geçersiz gerçeklik — olarak tanımlanır. Bu ifadeyle kastedilen, sistemin doğru veriyi saklamasına rağmen, bu verinin hukukî anlamda sahte olabilmesidir.
Bu durumda NFT piyasalarında ortaya çıkan temel sorun, sistemsel güvenin etik güvenin yerini almasıdır. Hukuk ise bu dengenin tersine çevrilmesiyle yükümlüdür: teknik doğruluk, hukuki meşruiyetin ikamesi olamaz.
3.6.2. Akıllı Sözleşmelerle Bağlı NFT İşlemlerinde Teknik Hata ve Sorumluluk
NFT’ler, çoğu zaman akıllı sözleşmeler aracılığıyla üretilir, devredilir veya satılır. Bu sözleşmelerdeki teknik hata, doğrudan hukukî sonuç doğurur. Çünkü sistem, hatayı irade eksikliği olarak değil, geçerli emir olarak algılar.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum “code infallibility paradox” — yani kod yanılmazlığı paradoksu — olarak adlandırılmıştır. Kodda hata olsa dahi, sistem bu hatayı ifa eder; çünkü teknik olarak hata, geçerli bir işlem olarak yorumlanır. Bu nedenle NFT ekosisteminde kod hataları, irade sakatlığının değil, otomatik kusurun (automated fault) örnekleridir.
Bu tür hatalarda sorumluluk genellikle kod geliştiricisine yöneltilir. Ancak geliştiriciler çoğu zaman anonimdir; sistem, merkezi olmayan bir yapıda çalıştığı için, “fail” kavramı bulanıklaşır. The Law of Blockchain kaynağında bu yapı “irresponsible code” kavramıyla açıklanır: yani işleyen ama fail üretmeyen sistem.
Bu durum, Türk hukuk sisteminin kusur temelli sorumluluk anlayışıyla uyuşmaz. Çünkü NFT ekosisteminde zararın nedeni davranış değil, davranışsızlıktır — sistemin kendiliğinden işleyişidir. Dolayısıyla kusur değil, risk temelli sorumluluk rejimi gündeme gelir.
Teknik hatalarda bir diğer sorun, sistemin geri dönüşsüzlüğüdür. NFT’ler blok zincirine işlendiğinde, işlem değiştirilemez. Bu nedenle hata tespit edilse bile, sonuç geri alınamaz. Bu özellik, “kesin ifa” ilkesinin dijital biçimi olarak yorumlanabilir. Ancak bu kesinlik, adaletin düzeltici işlevini ortadan kaldırır.
3.6.3. NFT Platformlarında Üçüncü Taraf Yükümlülükleri: Pazar Yeri, Cüzdan Sağlayıcı, Geliştirici
NFT’lerin ekonomik dolaşımında yer alan aktörler — pazar yerleri (marketplaces), dijital cüzdan sağlayıcıları ve geliştiriciler — işlemlerin teknik güvenliğinden fiilen sorumludur. Ancak bu sorumluluk, çoğu zaman sözleşmesel bir temele dayanmaz.
The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında, bu yapı “distributed accountability” yani dağıtılmış hesap verebilirlik olarak tanımlanmıştır. Sistemin çok aktörlü yapısı nedeniyle, bir hata veya dolandırıcılık durumunda, hangi aktörün hangi ölçüde sorumlu olduğu belirlenemez.
NFT pazar yerleri genellikle yalnızca işlem aracısı olduklarını iddia eder; ancak gerçekte, tokenların listelenmesi, doğrulanması ve satışı üzerinde denetim uygularlar. Bu nedenle fiilî olarak “aracı kurum” işlevi görürler. Fakat bu platformlar, hukukî anlamda genellikle sorumluluğu reddeden kullanıcı sözleşmeleriyle çalışır.
Cüzdan sağlayıcıları ise teknik açıdan kritik konumdadır. Çünkü kullanıcı, NFT’sine erişimi bu cüzdanlar aracılığıyla sağlar. Cüzdanın hacklenmesi veya anahtarın kaybolması durumunda, kullanıcı mülkiyetini kaybeder. Ancak çoğu sağlayıcı, “self-custody” (kendi sorumluluğunda saklama) ilkesiyle çalıştığından, bu kayıplardan dolayı hukuken sorumlu tutulamaz.
Dolayısıyla NFT ekosisteminde üçüncü tarafların sorumluluğu, fiilî kontrol ile hukukî kontrol arasındaki fark üzerinden tartışılmalıdır. Teknik olarak kontrol sahibi olan platformlar, hukukî olarak bağımsız sayılmakta; bu durum, adaletin kurumsal adresini belirsizleştirmektedir.
3.6.4. NFT’nin Kaybolması, Erişim Anahtarının Yitirilmesi ve Hukukî Sonuçları
NFT’lerin fiziksel karşılığı olmadığı için, mülkiyetin korunması tamamen dijital erişimle sağlanır. Bu erişim, özel anahtarın güvenliğine bağlıdır. Anahtarın kaybedilmesi, NFT üzerindeki fiilî hâkimiyetin sonsuza dek kaybolması anlamına gelir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu durum, “irretrievable ownership” — yani geri alınamaz sahiplik — olarak adlandırılmıştır. Bu kavram, mülkiyetin var olmasına rağmen kullanılamadığı bir paradoksu ifade eder: kişi hâlâ NFT’nin sahibi olabilir, ancak onu ne devredebilir ne de görüntüleyebilir.
Bu durum, klasik hukukta karşılığı olmayan bir olgudur. Zira burada mülkiyet hakkı fiilî kullanılamazlık nedeniyle işlevsiz hale gelmiştir. Bu nedenle NFT’lerde “fiilî mülkiyetin imkânsızlığı” kavramı gündeme gelir.
Bu bağlamda hukuk, mülkiyetin varlığını değil, kullanılabilirliğini korumalıdır. Zira dijital çağda hakkın anlamı, onu kullanabilme kapasitesiyle ölçülür. NFT’lerde erişim kaybı, fiilî değil, teknik bir yoksunluktur; ancak sonuçları, mülkiyet hakkının tamamen ortadan kalkmasına eşdeğerdir.
Bu nedenle Türk hukuk sisteminde NFT kayıpları, klasik “zilyetlik kaybı” olarak değil, “erişim hakkı kaybı” olarak değerlendirilmelidir. Zira burada fiilî hâkimiyet değil, veri üzerindeki kontrol yitirilmiştir.
3.6.5. Türk Hukukunda NFT İşlemlerinden Doğan Zararların Tazmini
NFT ekosisteminde doğan zararların tazmini meselesi, klasik hukukta mevcut tazmin mekanizmalarının ötesine geçer. Çünkü burada zarar, çoğu zaman sistemseldir; taraflardan biri tarafından değil, algoritmanın işleyişi sonucu ortaya çıkar.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “non-personalized damage” yani kişisiz zarar olarak adlandırılmıştır. Bu tür zararlar, failin kim olduğu belirlenemediği için klasik tazmin ilkelerine göre giderilemez. Bu nedenle hukuk, fail aramak yerine, riski paylaşmak zorundadır.
NFT işlemlerinden doğan zararların tazmininde en makul yöntem, önceden tanımlı risk fonları veya sigorta benzeri blok zinciri teminatlarıdır. S3-DAO Rodrigues kaynağında “DAO-based insurance” — yani merkezsiz sigorta — modelleri önerilmektedir. Bu sistemlerde zarar, bireysel fail tarafından değil, topluluk tarafından karşılanır.
Bu yaklaşım, hukukun adalet ilkesine yeni bir yorum kazandırır: artık tazmin, bireysel kusurun değil, kolektif dayanışmanın ürünüdür. Bu yapı, Türk hukuk sisteminde mevcut “kusursuz sorumluluk” anlayışına paralel olarak değerlendirilebilir; ancak burada sorumluluk, bireye değil, sisteme aittir.
Ara Sonuç: Dijital Sorumluluğun Yeni Paradoksu
Sonuç olarak NFT’lerde sorumluluk, klasik hukuk düzeninin “fail–zarar–kusur” üçlüsünü aşan yeni bir boyut kazanmıştır. Artık hata, bireyin değil sistemin ürünüdür; zarar, fiilî değil, algoritmik niteliktedir; kusur, davranıştan değil, davranışsızlıktan doğar.
Bu nedenle NFT sorumluluğu, insan davranışını değil, kodun işleyişini düzenlemelidir. Hukuk, hatayı cezalandırmak yerine, riski paylaşmalıdır. Çünkü dijital çağda adalet, kusuru bulmakla değil, sistemin adil çalışmasını sağlamakla ölçülür.
Binaenaleyh, NFT ekosisteminde hile, dolandırıcılık ve hata, yalnızca teknik olgular değil, yeni hukukî gerçekliklerdir. Türk hukuk sistemi, bu gerçeklikleri tanıyarak, klasik kusur anlayışını dijital çağın gereksinimleriyle uyumlu hale getirmek zorundadır.
3.7. NFT’LERİN TÜRK HUKUKUNDAKİ YERİ: MEVCUT DURUM VE UYUM SORUNLARI
Türk hukuk sistemi, köken itibarıyla kıta Avrupası geleneğine dayanan, normatif kesinliğe ve soyut ilkelere yüksek derecede bağlı bir yapıya sahiptir. Bu nedenle her yeni toplumsal veya teknolojik olgu, önce mevcut kuralların içine yerleştirilmeye çalışılır; ancak NFT (Non-Fungible Token) olgusu, bu yöntemi işlevsiz bırakacak ölçüde özgün bir nitelik taşır. Çünkü NFT, ne yalnızca bir mal, ne yalnızca bir hak, ne de yalnızca bir bilgi varlığıdır; o, tüm bu kategorilerin birleşiminden doğan karma bir hukukî varlık biçimidir.
Dolayısıyla NFT’lerin Türk hukukundaki yeri, mevcut mevzuatın sınırları içinde arandığında, ancak kısmi karşılıklar bulunabilir. The Law of Blockchain kaynağında vurgulandığı üzere, “NFT’nin doğası, mevcut hukuk kategorilerini birbirine bağlayan ama aynı zamanda aşan bir özellik taşır.” Bu nedenle Türk hukuk sisteminde NFT’nin konumlandırılması, yalnızca mevzuata uygunluk meselesi değil; aynı zamanda hukuk dogmatiğinin kendisini dönüştürme meselesidir.
Bu dönüşüm süreci üç temel eksen üzerinde şekillenmektedir: (i) NFT’nin mülkiyet ve malvarlığı kavramlarıyla ilişkisi, (ii) NFT’nin borç ve sözleşme hukuku bakımından sonuçları, (iii) NFT’nin ticari ve finansal sistemle bütünleşmesi.
3.7.1. Türk Medenî Kanunu Bakımından NFT ve “Eşya” Kavramı
Türk hukuk sisteminde eşya kavramı, fiziksel varlıkla özdeş bir anlam taşır; “duyularla algılanabilen” unsurlar eşya olarak kabul edilir. Ancak NFT, bu tanımı doğrudan aşar. O, duyularla algılanamaz; yalnızca sistemsel olarak doğrulanabilir. Bu nedenle NFT, teknik olarak bir “veri varlığı”dır, ancak hukuken eşya gibi işlev görür.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT’nin bu özelliği, “data as possession” — yani veri olarak zilyetlik — kavramıyla açıklanır. NFT’ye sahip olmak, veri üzerinde kriptografik hâkimiyet kurmak anlamına gelir; bu da fiilî hâkimiyetin dijital biçimidir.
Bu açıdan Türk Medenî Kanunu’ndaki eşya tanımı, NFT’yi dışlasa da, NFT’nin hukukî fonksiyonu bakımından eşya rejimiyle örtüşen yönleri vardır. NFT’nin devri, mülkiyetin devrini; NFT’nin kaybı, mülkiyetin fiilî kaybını; NFT’nin çoğaltılması, malın kopyalanmasını andırır.
Bu nedenle NFT’lerin Türk Medenî Hukuku sisteminde doğrudan “eşya” olarak kabul edilmesi mümkün olmasa da, eşya benzeri dijital varlık statüsünde yorumlanması mümkündür. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, “NFT’ler, dijital çağın yeni menkulleri” olarak değerlendirilmelidir. Bu yorum, hukukî uyumun sağlanması bakımından işlevsel bir geçiş modeli sunar.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, NFT’nin maddî eşya gibi tüketilebilir veya zilyetlik devriyle teslim edilebilir olmamasıdır. Dolayısıyla NFT’nin “eşya” olarak kabulü, işlevsel analojiye dayanmalıdır, ontolojik özdeşliğe değil.
3.7.2. Türk Borçlar Hukuku Açısından NFT Devri ve Sözleşmesel Sorumluluk
NFT işlemleri, esas itibarıyla taraflar arasındaki bir borç ilişkisinden doğar: bir taraf NFT’yi devretmeyi, diğeri bedel ödemeyi taahhüt eder. Bu yönüyle NFT işlemleri, Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümlerine tabidir.
Ancak NFT’lerin akıllı sözleşmelerle otomatik olarak yürütülmesi, borç ilişkisinde irade beyanının insan müdahalesi olmadan gerçekleşmesine yol açar. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum, “automated performance paradox” — otomatik ifa paradoksu — olarak adlandırılmıştır. Yani borç ifa edilmiş görünür, fakat taraflardan biri bu ifayı hiç gerçekleştirmemiştir.
Türk borçlar hukukunun klasik sistemi, ifayı insan davranışı olarak değerlendirir; NFT işlemlerinde ise ifa bir sistem davranışıdır. Bu nedenle Türk hukukunda NFT devrinin “ifa” olarak kabul edilip edilmeyeceği sorunu, hukukun “irade beyanı” anlayışıyla doğrudan ilişkilidir.
Borçlar hukuku açısından bir diğer sorun, NFT işlemlerinde haksız ifa veya sebepsiz zenginleşme riskidir. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu konuda dikkat çekilen nokta şudur: “NFT transferleri geri alınamaz; ancak hukuken geçersiz kabul edilebilir.” Bu durumda sistem ifayı tamamlamış olsa bile, hukuk bu ifayı geçersiz sayabilir.
Dolayısıyla Türk borçlar hukukunun NFT’lere uyumu, sistemin teknik kesinliği ile hukukî geçerlilik arasındaki çizginin yeniden tanımlanmasını gerektirir. Hukuk, blok zincirinin ifayı değil, adaleti gözeten mantığıyla bütünleşmelidir.
3.7.3. Türk Ticaret Hukuku ve Sermaye Piyasası Perspektifinden NFT
NFT’lerin ticari işlem konusu haline gelmesi, onları Türk Ticaret Kanunu (TTK) ve sermaye piyasası düzenlerinin potansiyel alanına taşır. Çünkü NFT’ler, ekonomik dolaşıma konu olabilen, devredilebilir, bazen de yatırım amacı taşıyan varlıklardır.
Markets in Crypto-Assets kaynağında NFT’lerin finansal araç olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışması, “functional equivalence” yani işlevsel eşdeğerlik ilkesi çerçevesinde ele alınır. Buna göre, NFT’ler klasik menkul kıymetlerle aynı işlevi yerine getiriyorsa, düzenleyici sistem tarafından benzer muamele görmelidir.
Ancak NFT’nin benzersiz yapısı, menkul kıymetlerle temel bir fark yaratır. Çünkü her NFT, kendine özgü nitelik taşır; bu durum, kolektif yatırım aracının homojenlik ilkesine aykırıdır. Dolayısıyla NFT’lerin sermaye piyasası hukuku bakımından parçalı düzenlemeye tabi olması gerekir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT’lerin “financialized digital assets” — finansallaştırılmış dijital varlıklar — olarak adlandırılması, bu ara statüyü açıklar. NFT’ler tamamen finansal araç değildir; ancak finansal etkiler doğurabilir. Bu nedenle Türk hukukunda NFT işlemleri, “ticari malvarlığı değeri” olarak tanımlanabilir.
Ayrıca NFT borsaları ve pazar yerleri, fiilen birer dijital ticaret merkezi gibi çalışmaktadır. Bu platformların işleyişi, klasik borsa düzenine benzemese de, ekonomik işlev bakımından aynıdır. Türk hukukunun bu yapıyı düzenleyebilmesi, piyasa şeffaflığı ve yatırımcı güvenliği ilkelerinin dijital biçimini oluşturmasını gerektirir.
3.7.4. NFT’nin Kripto Varlık Yönetmeliği ve Finansal Denetim Çerçevesiyle İlişkisi
NFT’lerin finansal sistemde yarattığı en önemli sorunlardan biri, denetimsizliktir. Blok zinciri yapısı gereği merkezsizdir; dolayısıyla devlet denetimi geleneksel yöntemlerle uygulanamaz.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında belirtildiği üzere, blok zinciri sistemleri, “trustless” yani güvene dayanmayan güven ilkesine göre işler. Bu ilke, kamu otoritesinin denetim rolünü teknik doğrulamayla ikame eder. Ancak hukuk düzeni açısından bu durum, kamu güvenliğiyle çelişebilir.
Türk hukuk sisteminde kripto varlıklara yönelik düzenlemeler genel olarak “ödeme aracı” veya “yatırım varlığı” perspektifinden geliştirilmiştir. NFT’ler ise bu kategorilerin her ikisine de tam olarak uymaz. Çünkü NFT’ler bir ödeme aracı değildir; ancak ekonomik değer transferine aracılık ederler.
The Law of Blockchain kaynağında NFT’ler, “regulatory anomalies” yani düzenleyici anomaliler olarak tanımlanır. Bu tanım, NFT’lerin mevcut finansal regülasyon mantığıyla açıklanamayacak kadar özgün olduğunu gösterir. Dolayısıyla NFT’lerin Türk finans hukukundaki yeri, ancak “özel kategori” yaklaşımıyla belirlenebilir.
Bu çerçevede Türk hukukunun hedefi, NFT’leri mevcut sistemin içine zorla yerleştirmek değil, onların işlevine uygun yeni bir düzenleyici dil geliştirmek olmalıdır. Bu dil, hem piyasa güvenliğini hem de dijital inovasyonu korumalıdır.
3.7.5. Türk Hukukunda NFT’nin Hukukî Statüsünün Yeniden İnşası: Boşluk ve Öneriler
NFT’ler, Türk hukukunda mevcut hiçbir düzenlemenin kapsamına tam olarak girmediği için, “hukukî boşluk” alanında varlık gösterir. Bu boşluk, yalnızca mevzuat eksikliğinden değil, kavramsal yetersizlikten de kaynaklanmaktadır.
The Law of Blockchain ve S3-DAO Rodrigues kaynaklarında vurgulandığı üzere, dijital hukukî varlıkların düzenlenmesi, klasik anlamda bir norm ekleme değil, normatif yeniden inşa sürecidir. Hukuk, dijital olgulara yalnızca yeni kurallar koyarak değil, kendi kavramlarını yeniden tanımlayarak uyum sağlar.
Bu bağlamda Türk hukukunda NFT’lerin tanımı yapılırken üç temel ilke esas alınmalıdır:
Bu ilkeler doğrultusunda geliştirilecek bir düzenleme, NFT’lerin hukukî statüsünü netleştirebilir. Aksi halde NFT, sistemde teknik olarak var olacak; ancak hukukî düzende “yok hükmünde” kalacaktır.
Ara Sonuç: Türk Hukukunda NFT’nin Normatif Uyarlanabilirliği
Sonuç olarak NFT’ler, Türk hukuk sistemi için yalnızca bir düzenleme sorunu değil, hukukî epistemoloji sorunudur. Hukuk, NFT’yi hangi kategoriye yerleştireceğini değil, hangi düşünce biçimiyle ele alacağını belirlemek zorundadır.
NFT, mülkiyetin, borç ilişkilerinin ve ticaretin dijitalleşmiş bir tezahürüdür. Türk hukukunun bu yapıyı anlaması, yalnızca kanun değişiklikleriyle değil, kavramların yenilenmesiyle mümkündür.
Dolayısıyla NFT’nin Türk hukukundaki yeri, sabit bir kategori değil, dinamik bir kavramsal alan olarak tanımlanmalıdır. Bu alan, hukukun dijital çağa uyum sağlama kapasitesinin ölçüsüdür.
Binaenaleyh, Türk hukukunun görevi, NFT’yi düzenlemekten ziyade, onun üzerinden hukukun geleceğini yeniden kurgulamaktır. Çünkü NFT, yalnızca bir dijital varlık değil; hukukun, adaletle teknolojiyi buluşturma iradesinin sınavıdır.
3.8. NFT’LERİN ETİK, FELSEFÎ VE TOPLUMSAL BOYUTU
NFT (Non-Fungible Token) olgusu, salt bir teknolojik yenilik değil; mülkiyetin ontolojik anlamına ilişkin tarihsel bir kırılmadır. Zira insan, tarih boyunca mülkiyeti “dış dünyaya ait nesne üzerinde hâkimiyet” olarak anlamış; fakat dijital çağda bu hâkimiyet, artık veri üzerinde sahiplik biçimine dönüşmüştür. Bu dönüşüm, yalnızca hukuk düzeninin değil, etik düşüncenin ve toplumsal yapının da yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri teknolojisi insanın “hakikatle kurduğu ilişkiyi teknik biçimde yeniden üretir.” Bu ifade, NFT’nin felsefî anlamını derin biçimde açıklar: Artık insan, varlıkla değil, varlığın kaydıyla ilişki kurmaktadır. Mülkiyet, fiziksel bir gerçeklik olmaktan çıkarak, doğrulanabilir bir kayıt sistemine indirgenmiştir. Böylece hakikat, artık deneyimlenmez; kriptografik olarak ispat edilir.
Bu dönüşümün hukukî olduğu kadar etik sonuçları da vardır. Çünkü NFT’nin dayandığı sistem, güveni insandan değil, algoritmadan üretir. Oysa etik, sorumluluğun temeli olarak güveni her zaman insana bağlamıştır. Bu nedenle NFT’nin varlığı, modern toplumun “etik öznesi” anlayışını sarsar: insan, artık kendi sözünün değil, sistemin doğrulamasının muhatabıdır.
3.8.1. Dijital Mülkiyetin Ontolojisi: Sahiplik, Özgürlük ve Kimlik İlişkisi
Mülkiyet, felsefî olarak insanın kendini dış dünyada gerçekleştirme biçimidir. John Locke’un “emeğe dayalı mülkiyet” anlayışından Hegel’in “özbilinçte nesnelleşen özgürlük” öğretisine kadar, sahiplik her zaman insanın varlıkla kurduğu ilişki olarak yorumlanmıştır. NFT bu ilişkiyi kökten değiştirir: artık insan, varlık üzerinde değil, veri zinciri üzerinde hâkimiyet sahibidir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu durum “digital subjectivity” — dijital öznellik — olarak tanımlanır. İnsan, sahipliğini fiziksel değil, sistemsel düzlemde deneyimler. NFT’ye sahip olmak, bir nesneye değil, bir veri kimliğine sahip olmaktır. Bu nedenle NFT sahipliği, aynı zamanda dijital kimliğin bir uzantısıdır.
Bu bağlamda NFT, “benlik” kavramını da dönüştürür. Çünkü dijital sahiplik, bireyin toplumsal konumunu ve kimliğini belirleyen bir sembole dönüşür. Artık mülkiyet, yalnızca ekonomik güç değil, dijital varlık göstergesidir. Bu, modern toplumda özgürlüğün de yeniden tanımlanmasına yol açar: Özgürlük, artık malvarlığı üzerinde değil, blok zincirinde temsiliyet üzerinden yaşanır.
Ancak bu yeni özgürlük biçimi, paradoksal biçimde bağımlılığı da beraberinde getirir. Çünkü NFT mülkiyeti, teknik sistemin sürekliliğine bağlıdır; sistem çökerse, mülkiyet yok olur. Bu nedenle NFT, özgürlüğün değil, bağımlı özerkliğin (dependent autonomy) sembolüdür.
3.8.2. NFT’nin Sanat, Kültür ve Kimlik Ekonomisi Üzerindeki Etkisi
NFT’lerin ilk büyük uygulama alanı sanat dünyası olmuştur. Ancak burada yaşanan dönüşüm, sanatın toplumsal işlevini kökten değiştirmiştir. Sanat artık yalnızca estetik bir ifade değil, dijital mülkiyetin pazarlanabilir biçimi haline gelmiştir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu dönüşüm “aesthetic monetization” — estetiğin ticarileşmesi — olarak tanımlanmıştır. Sanat eseri, NFT’ye dönüştüğü anda, yalnızca bir anlam taşıyıcısı değil, bir ekonomik token haline gelir. Bu süreç, sanatı değer yaratan bir eylem olmaktan çıkarıp, değer temsil eden bir varlığa dönüştürür.
Bu olgu, kültürel ekonomi açısından iki yönlü sonuç doğurur. Bir yandan sanatçı, NFT sayesinde eserinin izlenebilirliğini ve gelir akışını koruyabilir; bu, yaratıcı emeğin güçlendirilmesi anlamına gelir. Ancak diğer yandan, sanatsal değer ile piyasa değeri tamamen örtüşür hale gelir. Artık “iyi sanat”, ekonomik getirisi yüksek sanatla özdeşleşir.
Bu durum, kültürel üretimin etik temelini sarsar. Çünkü sanat, kendi içsel anlamını değil, blok zincirinde ölçülen değerini savunur hale gelir. Bu anlamda NFT ekonomisi, kültürel çeşitliliği değil, değer tekdüzeliğini teşvik eder.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu olgu, “value convergence” — değer yakınsaması — olarak ifade edilmiştir. Dijital mülkiyet, özgünlüğü korumak yerine, onu ölçülebilir hale getirir. Böylece sanat, özgürlük alanından çıkıp, sayısal mülkiyet alanına taşınır.
3.8.3. “Dijital Orijinallik” Kavramının Hukuk Felsefesi Açısından Yorumu
Orijinallik, hem hukukta hem felsefede “tekil varlık”ın ifadesidir. Ancak NFT’lerin doğası gereği, orijinallik teknik olarak tanımlanır. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, NFT’nin orijinalliği “değişmezlik” (immutability) ve “izlenebilirlik” (traceability) ilkelerine dayanır. Yani orijinallik artık yaratıcılıkla değil, kod bütünlüğüyle ölçülür.
Bu durum, hukuk felsefesi açısından köklü bir değişimi temsil eder. Çünkü artık bir şeyin “asıl” olması, insan emeğiyle değil, sistemin kaydıyla belirlenmektedir. Orijinallik, etik bir nitelikten teknik bir niteliğe dönüşmüştür.
Bu noktada S3-DAO Rodrigues kaynağında yapılan felsefî tespit önemlidir: “NFT, orijinalliği garanti eder, ama anlamı ortadan kaldırır.” Yani NFT, bir şeyin kimliğini korurken, o kimliğin içerdiği insani bağlamı siler. Dolayısıyla NFT, modern çağın “Platonik idealar”ına dönüşür: görünmeyen ama var olan, gerçek ama dokunulamayan varlıklar.
Hukuk açısından bu olgu, teknik hakikat ile etik hakikat arasındaki ayrımı derinleştirir. Bir NFT teknik olarak orijinal olabilir, ancak bu orijinalliğin insan yaratıcılığıyla bağını koparmışsa, etik anlamda değersizleşir. Böylece hukuk, orijinalliği korurken, anlamı kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır.
3.8.4. NFT’nin Adalet ve Eşitlik İlkeleri Bakımından Yarattığı Sorunlar
NFT ekosistemi, merkezsizliği savunmasına rağmen, pratikte yeni türden eşitsizlikler yaratmaktadır. Çünkü teknik bilgiye, sermayeye veya erken erişime sahip olan bireyler, dijital mülkiyetin büyük bölümünü kontrol eder.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu durum, “algorithmic inequality” — algoritmik eşitsizlik — kavramıyla açıklanmıştır. Merkezsiz sistemler, teorik olarak herkese eşit erişim sunar; ancak fiilen teknik altyapı, sermaye gücü ve ağ etkisi, yeni bir “dijital aristokrasi” yaratır.
Bu eşitsizlik, hukukî değil, yapısaldır. Yani adaletsizlik, kural ihlalinden değil, sistemin tasarımından doğar. NFT ekosistemi, adaleti işlem eşitliğine indirger; ancak etik adalet, sonuç eşitliği gerektirir.
Bu bağlamda NFT piyasaları, görünüşte adil ama özde ayrıcalıklıdır. Hukukun görevi, yalnızca eşit işlem fırsatını değil, eşit değer paylaşımını da güvence altına almaktır. Aksi halde NFT, teknolojik yenilikten çok, dijital feodalizm üretir.
Bu durum, klasik mülkiyet adaletinin tersine çevrilmiş halidir: artık herkes mal sahibi olamaz; yalnızca kodu anlayanlar mülkiyetin hakimi olur. Böylece hukuk, biçimsel eşitlik sağlarken, ekonomik eşitliği kaybeder.
3.8.5. NFT’nin Geleceği: Dijital Toplumda Mülkiyetin Etik Sınırları
NFT teknolojisi, insanın “yaratıcı ve sahip” olma özelliğini yeni bir düzleme taşımıştır. Ancak bu düzlem, yalnızca özgürlük alanı değil, aynı zamanda etik sorumluluk alanıdır. Çünkü dijital mülkiyet, yalnızca üretme değil, tüketme biçimini de yeniden şekillendirir.
The Law of Blockchain kaynağında bu dönüşüm, “ethics of permanence” — kalıcılığın etiği — kavramıyla açıklanır. Blok zincirinde her işlem kalıcıdır; bu nedenle dijital çağın etiği, unutmanın değil, hatırlamanın etikidir. Ancak bu kalıcılık, hatayı da ölümsüzleştirir.
NFT’ler aracılığıyla yaratılan dijital mülkiyet, artık yalnızca bireyin değil, insanlığın ortak etik belleğini etkiler. Çünkü her NFT, yalnızca bir sahiplik değil, bir kayıt izi bırakır. Bu iz, kimliğin, iradenin ve sorumluluğun kalıcı tanığıdır.
Dolayısıyla dijital mülkiyetin etik sınırları, yalnızca ekonomik değil, ontolojik bir meseledir. İnsan, artık mülkiyetin sahibi değil, mülkiyetin kendisi haline gelmiştir: “Benim NFT’m” ifadesi, bir mülkiyet cümlesi değil, bir kimlik beyanıdır.
Bu nedenle NFT çağında etik sorumluluk, sahip olmaktan değil, nasıl sahip olunduğundan doğar.
Ara Sonuç: Dijital Mülkiyetin Ahlâkî Paradigması
Sonuç olarak NFT’ler, mülkiyet kavramını teknik düzeyde dönüştürmekle kalmamış, insanın dünyayla kurduğu ahlâkî ilişkiyi de yeniden tanımlamıştır. Artık mülkiyet, insanın doğaya egemenliği değil, sistemin insana verdiği erişim iznidir.
Bu yeni düzende etik, mülkiyetin sınırını belirleyen son kale haline gelir. Hukuk, NFT’yi düzenleyebilir; fakat etik, NFT’nin meşruiyetini belirler.
Dolayısıyla NFT’ler, yalnızca yeni bir ekonomi değil, aynı zamanda yeni bir ahlâk biçimi yaratmaktadır: algoritmik ahlâk. Bu ahlâkta doğruluk, beyanla değil, kodla; sahiplik, iradeyle değil, sistemle; değer, emekle değil, veriyle ölçülür.
Binaenaleyh, NFT’nin etik ve felsefî boyutu, hukukun geleceğini belirleyecek en derin soruyu ortaya koyar: İnsan, sahip olduğu şeyin mi; yoksa onu doğrulayan sistemin mi öznesidir?
3.9. ARA SONUÇ: TÜRK HUKUKUNDA NFT KAVRAMININ NORMATİF KONUMLANDIRILMASI
NFT (Non-Fungible Token) olgusu, dijital çağın yalnızca teknik bir yeniliği değil, hukuk sistemlerinin kavramsal bütünlüğünü sınayan bir olgudur. Çünkü NFT, mülkiyet, hak, belge ve veri kavramlarının kesişiminde doğmuş; bu nedenle hukuk düzeninin kategorik ayrımlarını belirsizleştirmiştir. Türk hukuk sistemi, pozitif normların açıklığına ve kavramsal kesinliğe dayanır; oysa NFT, bu kesinliği çözerek yeni bir normatif ara alan yaratmıştır.
Bu ara alan, hukuk dogmatiği açısından bir “boşluk” değil, bir dönüşüm uzamıdır. The Law of Blockchain kaynağında vurgulandığı üzere, “blok zinciri, hukukun tanımladığı değil, hukukun içine dâhil edilmesi gereken bir gerçekliktir.” Dolayısıyla NFT, normatif düzenin dışında değil, onun yeni sınırlarında yer almaktadır. Türk hukukunun önündeki temel mesele, bu sınırın nasıl çizileceği değil, nasıl geçirgen hale getirileceğidir.
NFT’nin normatif konumlandırılmasına ilişkin tartışma, üç ana eksende değerlendirilebilir: (i) NFT’nin dijital hukuk sistemindeki “mal” statüsü, (ii) kişisel veri, mahremiyet ve anonimlik dengesi, (iii) düzenleme önerileri ile hukuk güvenliği–kamu yararı ilişkisi. Bu üç eksen birlikte ele alındığında, NFT’nin yalnızca bir mülkiyet nesnesi değil, aynı zamanda yeni bir hukukî kimlik formu olduğu görülür.
3.9.1. NFT’nin Dijital Hukuk Sistemindeki “Mal” Statüsü
Türk hukukunda “mal” kavramı, tarihsel olarak fiziksel varlıkla özdeşleşmiş; soyut değerler genellikle alacak hakkı veya fikrî mülkiyet çerçevesinde değerlendirilmiştir. Ancak NFT, bu iki kategori arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır. O, ne tamamen soyut bir hak, ne de maddî bir nesnedir; her iki kavramın niteliklerini bir araya getiren dijital somutluk örneğidir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT’nin bu özelliği “digitally tangible asset” — dijital olarak hissedilebilir varlık — olarak tanımlanmıştır. Bu ifade, NFT’nin bir veri dizisinden ibaret olmasına rağmen, ekonomik ve hukukî olarak “eşya gibi davranabilmesi” anlamına gelir.
Bu durum, Türk Medenî Hukuku bakımından iki sonucu beraberinde getirir. İlk olarak, NFT’ler, teknik olarak “mülkiyet konusu olabilen değer” niteliğini taşırlar. İkinci olarak, NFT’nin zilyetliği, fiziksel hâkimiyet yerine kriptografik hâkimiyet biçiminde ortaya çıkar.
Dolayısıyla NFT, “mal” kavramının klasik anlamına uymamakla birlikte, işlevsel olarak malvarlığı değeri taşır. Bu nedenle Türk hukukunda NFT’nin normatif konumu, “eşya hukukunun dijital uzantısı” biçiminde tanımlanabilir. Bu tanım, NFT’yi doğrudan eşya saymadan, onun eşya benzeri işlevini tanıyan bir yaklaşımı ifade eder.
Ancak bu yaklaşım, beraberinde mülkiyet hakkının sınırlarını yeniden tanımlama zorunluluğunu da getirir. Çünkü NFT üzerinde mülkiyet hakkı, yalnızca veri kontrolüyle değil, aynı zamanda sistemsel erişimle mümkündür. The Law of Blockchain kaynağında bu durum “ownership through access” — erişim yoluyla mülkiyet — kavramıyla açıklanmıştır. Bu kavram, Türk Medenî Hukuku’nda mevcut olmayan, ancak dijital çağ için kaçınılmaz hale gelen bir mülkiyet biçimidir.
3.9.2. NFT ve Kişisel Veri, Mahremiyet ve Anonimlik Dengesi
NFT’lerin normatif konumlandırılmasında en karmaşık alanlardan biri, kişisel verilerle olan ilişkileridir. Zira blok zinciri sisteminin doğası gereği, her işlem kalıcı ve geri alınamaz biçimde kaydedilir. Bu durum, bir yandan şeffaflığı sağlarken, diğer yandan mahremiyetin ortadan kalkmasına neden olur.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu çelişki, “transparency paradox” — şeffaflık paradoksu — olarak tanımlanmıştır. Bu paradoksta sistem, adaletin gereği olarak her şeyi görünür kılar; ancak bu görünürlük, bireyin mahremiyet hakkını ortadan kaldırır.
NFT’ler, kişisel verinin dolaylı biçimde ifşasına da yol açabilir. Bir NFT, sahibinin kimliğini doğrudan içermese bile, blok zincirindeki adres hareketleri üzerinden kimlik profili oluşturulabilir. Bu nedenle NFT sahipliği, anonim görünmekle birlikte, tanımlanabilir veri davranışı üretir.
Bu noktada hukukî denge, anonimlik ve hesap verebilirlik arasında kurulmalıdır. The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, “tam anonimlik, hukuk dışılığı; tam şeffaflık ise özgürlük yoksunluğunu doğurur.” Türk hukukunun bu ikilem karşısında geliştirmesi gereken çözüm, pseudonim güvenlik modelidir: yani kimlik doğrudan açıklanmaz, ancak gerekirse tespit edilebilir.
Böyle bir model, NFT işlemlerinde hem bireysel mahremiyeti hem de kamu düzenini koruyacak bir denge kurar. Bu denge, yalnızca kişisel verinin korunması açısından değil, aynı zamanda dijital mülkiyetin meşruiyeti açısından da gereklidir. Çünkü mülkiyet hakkı, yalnızca sahiplikle değil, sorumlu sahiplikle birlikte anlam kazanır.
3.9.3. NFT’nin Düzenlenmesine İlişkin Öneriler: Kavramsal, Teknik ve Normatif Boyut
NFT’lerin Türk hukukunda açık bir tanımının yapılmamış olması, hem hukuk güvenliğini hem de piyasa istikrarını tehdit etmektedir. Ancak bu boşluğun kapatılması, sadece pozitif düzenleme yapmakla değil, doğru kavramsal çerçeveyi kurmakla mümkündür.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT düzenlemeleri için önerilen model üçlü bir yapıya dayanır:
Bu model, Türk hukuk sistemi açısından da uygulanabilir bir temeldir. Öncelikle NFT’nin tanımı, “benzersiz dijital varlık” olarak yapılmalıdır. Bu tanım, hem teknolojik hem hukukî boyutu kapsar. İkinci olarak NFT işlemlerinde akıllı sözleşmelerin hukukî bağlayıcılığı netleştirilmeli; irade beyanının kod aracılığıyla temsil edilebildiği resmen tanınmalıdır.
Üçüncü olarak, NFT sahipliğiyle ilgili uyuşmazlıklarda blok zinciri kayıtlarının delil değeri açıkça belirlenmelidir. Çünkü NFT’nin varlığı, belgeyle değil, sistemle ispat edilir. Bu nedenle dijital ispat kuralları, klasik belge delili sistemine entegre edilmelidir.
Son olarak, NFT piyasalarının işleyişinde, platformların teknik ve hukukî sorumluluğu belirlenmelidir. Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında vurgulandığı gibi, “merkezsiz sistemlerde bile merkezî sorumluluk noktaları” yaratılmalıdır. Bu, kullanıcı güvenliği ve piyasa bütünlüğü açısından zorunludur.
3.9.4. NFT’nin Hukuk Güvenliği, Mülkiyet Hakkı ve Kamu Yararı Dengesi
NFT’lerin Türk hukukuna entegrasyonu, yalnızca bireysel mülkiyet hakkını değil, kamu yararı ilkesini de doğrudan ilgilendirir. Çünkü dijital mülkiyetin yaygınlaşması, ekonomik sistemin yönünü ve devletin düzenleme kapasitesini etkiler.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “digital sovereignty” — dijital egemenlik — kavramıyla açıklanmıştır. Hukuk devleti, yalnızca fiziksel egemenliği değil, dijital alan üzerindeki egemenliği de sürdürmek zorundadır. NFT’lerin bu bağlamdaki önemi, bireysel sahiplikle kamusal denetim arasındaki dengenin korunmasında ortaya çıkar.
NFT’ler, özel mülkiyetin dijital biçimidir; ancak sınırsız mülkiyet özgürlüğü, kamu düzenini zedeler. Bu nedenle Türk hukukunda NFT’lerin normatif konumlandırılması, yalnızca bireysel hak temelli değil, kamusal denge temelli olmalıdır.
Bunun için hukuk sisteminin üç temel ilkeyi birlikte gözetmesi gerekir:
Bu çerçevede Türk hukukunun NFT’lere yaklaşımı, ne katı yasaklayıcı ne de tamamen serbest bırakıcı olmalıdır. En uygun yaklaşım, S3-DAO Rodrigues kaynağında da belirtildiği üzere, “risk temelli esnek düzenleme” modelidir. Bu modelde hukuk, teknolojiyi kontrol etmez; fakat onun risklerini yönlendirir.
3.9.5. Son Değerlendirme: NFT’nin Türk Hukuk Sistemindeki Normatif Statüsüne İlişkin Tez
Türk hukuk sistemi açısından NFT, normatif olarak hibrit bir varlıktır. O, eşya hukukunun mülkiyet mantığıyla borçlar hukukunun irade anlayışını; ticaret hukukunun dolaşım dinamikleriyle fikrî mülkiyet hukukunun yaratıcılık mantığını bir araya getirir. Bu nedenle NFT’nin normatif konumu, tek bir kanun içinde değil, hukuk sisteminin genel kavramsal bütünlüğü içinde belirlenmelidir.
Bu bağlamda NFT, “dijital malvarlığı değeri” olarak tanımlanabilir. Bu tanım, NFT’nin hem ekonomik hem hukukî özünü kapsar. Ancak bu tanımın anlamlı hale gelebilmesi için, mülkiyet, veri ve sorumluluk kavramlarının yeniden yorumlanması gerekir.
NFT’nin Türk hukukunda nihai normatif statüsü, şu üç temel sonuca dayanmalıdır:
Binaenaleyh, Türk hukukunda NFT’lerin normatif konumlandırılması, yalnızca mevcut kurallara ekleme yapmak değil, hukukun dijital paradigmasını yeniden inşa etmek anlamına gelir. Çünkü NFT, hukukun geleceğini dışarıdan zorlayan bir fenomen değil; hukukun kendi iç evriminin doğal sonucudur.
4.1. BLOK ZİNCİRİ TEKNOLOJİSİNİN HUKUKÎ PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜNDEKİ ROLÜ
Blok zinciri teknolojisi, hukuk düzenlerinin bilgiye, otoriteye ve güvene ilişkin temel varsayımlarını kökten dönüştürme potansiyeline sahip çağdaş bir fenomen olarak, yalnızca teknik bir yenilik değil, aynı zamanda normatif bir kırılma noktasıdır. Bu teknoloji, hukukun dayandığı epistemolojik temellerden biri olan “doğruluğun dış otoriteyle teyidi” anlayışını radikal biçimde tersine çevirmiş; doğruluğu artık kurumsal bir beyanın değil, dağıtık sistemsel mutabakatın ürünü haline getirmiştir.
The Law of Blockchain kaynağında bu dönüşüm “normative displacement” — yani normatif yer değiştirme — olarak tanımlanmıştır. Buna göre hukuk, tarihsel olarak doğruluğu belgeye, belgeyi devlete, devleti ise tekil bir iradeye dayandırmışken; blok zinciri, bu üçlüyü eş zamanlı olarak işlevsiz kılar. Çünkü burada doğruluk, tek bir merkezden değil, birbirini denetleyen çokluklar arasındaki kendi kendine doğrulama (self-validation) sürecinden doğar.
Dolayısıyla blok zinciri teknolojisi, hukuk düzeninin dayandığı klasik meşruiyet kaynaklarını — otorite, belge ve beyan — yeniden tanımlar. Bu yeniden tanımlama, yalnızca bir araçsal değişim değil, aynı zamanda hukukun ontolojik yeniden kuruluşudur.
4.1.1. Blok Zincirinin Normatif Sistem İçinde “Hakikat Üretim Mekanizması” Olarak İşlevi
Klasik hukuk teorisi, hakikatin mahkeme, noter veya resmî kayıt gibi kurumsal doğrulama merkezlerinde üretildiğini varsayar. Oysa blok zinciri, bu üretim sürecini kurumlardan bağımsızlaştırarak teknik yapıya taşır. Artık hakikat, devletin beyanından değil, sistemin mutabakatından doğmaktadır.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu durum “algorithmic verification of truth” — yani hakikatin algoritmik doğrulanması — olarak adlandırılmıştır. Bu kavram, hukuk felsefesi açısından son derece önemlidir; zira artık bir olgunun “doğru” kabul edilmesi için kurumsal onaya değil, kriptografik tutarlılığa ihtiyaç vardır.
Bu bağlamda blok zinciri, hukukun temel işlevlerinden birini — gerçeğin ispatını — teknik bir düzeneğe devretmiştir. Hukukî gerçeklik, artık insan beyanının değil, sistemin işleyiş bütünlüğünün sonucu olarak şekillenmektedir. Bu, klasik hukuk epistemolojisinde eşi görülmemiş bir dönüşümdür.
Böylece blok zinciri, normatif düzende yeni bir “hakikat üretim organı” yaratır: kod. Kod, burada yalnızca teknik bir araç değil, aynı zamanda normatif bir özne haline gelir. S3-DAO Rodrigues kaynağında ifade edildiği üzere, blok zinciri “doğruluğu kaydeden değil, doğruluğu kuran bir yapı”dır. Bu tespit, hukukta “belge–delil–gerçek” üçlüsünün işlevsel ayrımını kökten değiştirir. Artık belge, gerçekliği göstermekle yetinmez; bizzat o gerçekliği yaratır.
4.1.2. Merkeziyetçilikten Dağıtık Yapıya Geçiş: Hukukî Otoritenin Yeniden Tanımlanması
Hukukun geleneksel yapısında, otorite daima merkezîdir: norm koyan, yorumlayan ve uygulayan tekil bir irade vardır. Bu merkezî yapı, hukukun öngörülebilirliğini sağlamakla birlikte, aynı zamanda güvenin tekelleşmesi sonucunu doğurur.
Oysa blok zinciri, güvenin merkezsizleştirilmesi ilkesine dayanır. Güven artık bir otoritenin beyanı değil, katılımcıların kolektif doğrulaması ile oluşur. Bu durum, hukuk düzeni açısından bir meşruiyet krizi kadar bir fırsat alanı da yaratır.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu dönüşüm “trustless governance” — yani güvene dayanmayan yönetişim — kavramıyla açıklanmıştır. Bu modelde hukukî güven, kişi veya kurumlara değil, sistemsel işleyişe duyulan güvene dayanır. Dolayısıyla blok zinciri, “otorite” kavramını kurumsal olmaktan çıkararak, teknik bir kavrama dönüştürür.
Bu yapı, Türk hukuk sisteminin merkezî normatif karakteriyle açık bir gerilim içindedir. Çünkü Türk hukuk düzeni, yetki, denetim ve sorumluluğu tek merkezde toplamayı esas alır. Oysa blok zinciri, bu ilkeleri dağıtarak, “ortak doğrulama egemenliği” yaratır.
Bu noktada hukuk için asıl soru, merkeziyetçiliğin reddi değil, onun dönüşümüdür. Türk hukuk sistemi açısından blok zinciri, devlet otoritesini ortadan kaldırmak değil, onu şeffaflaştırmak potansiyeline sahiptir. Hukuk, artık yalnızca emreden değil, doğrulayan bir otorite haline gelmelidir.
4.1.3. “Kodun Hukuku” Tartışmasının Türk Hukuk Dogmatiği Açısından Yorumu
The Law of Blockchain ve An Overview on Smart Contracts kaynaklarında, blok zinciri ile hukuk arasındaki ilişki “code is law” — yani kod hukuktur — paradigmasıyla açıklanır. Bu paradigma, hukuk normunun işlevini teknik işleyişe devreden bir anlayışı temsil eder.
Bu yaklaşım, hukuk felsefesi açısından iki uç arasında salınır: Bir yandan kod, normatif belirsizliği ortadan kaldırarak öngörülebilirlik sağlar; öte yandan insan iradesini ortadan kaldırarak etik yoksunluğu doğurur. Kod, ne iyi niyeti bilir ne hakkaniyeti; o yalnızca emri uygular.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “normative automation dilemma” — yani normatif otomasyon ikilemi — olarak tanımlanmıştır. Buna göre, hukuk ne kadar otomatikleşirse, insan sorumluluğu o ölçüde zayıflar. Bu, Türk hukuk sisteminde yerleşik olan “kusur” ve “irade” temelli sorumluluk ilkeleriyle doğrudan çelişir.
Türk hukuk doktrini, normatif iradeyi her zaman insan öznesine bağlamıştır. Oysa blok zinciri, normu uygulayan özneyi insan olmaktan çıkarır; bu işlevi, kendini icra eden sistemsel mantığa devreder. Bu nedenle “code is law” anlayışı, Türk hukuk sisteminde “law remains human” — yani hukuk insanî kalmalıdır — ilkesiyle dengelenmelidir.
Dolayısıyla blok zinciri, hukukun yerini almak için değil, hukukun doğrulama araçlarını güçlendirmek için yorumlanmalıdır. Kod, hukukun alternatifi değil, uzantısı olarak görülmelidir.
4.1.4. Dijital Güvenin, Hukukî Güven Kavramını Dönüştürmesi
Hukuk güvenliği ilkesi, Türk hukuk sisteminin temel taşlarından biridir. Bu ilke, bireyin devlet karşısında öngörülebilir ve istikrarlı bir düzen içinde var olabilmesini garanti eder. Ancak blok zinciriyle birlikte güven, artık devletin beyanına değil, sistemin matematiksel doğruluğuna dayanır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu yeni güven biçimi “computational trust” — yani hesaplamalı güven — olarak adlandırılmıştır. Bu kavram, güvenin duygusal veya kurumsal değil, mantıksal temelde inşa edilmesini ifade eder.
Bu yapı, hukuk güvenliğini hem güçlendirir hem de zayıflatır. Güçlendirir; çünkü sistemsel işlemler, hata veya keyfilik içermez. Zayıflatır; çünkü bu güven, insanî değerlere değil, algoritmik kesinliğe dayanır.
Bu nedenle Türk hukuk sistemi açısından dijital güven, hukuk güvenliğinin yerine geçemez; ancak onun teknik alt katmanını oluşturabilir. Hukuk, matematiksel doğruluğu etik ve sosyal adalet ilkeleriyle tamamlamalıdır.
Hukukun görevi, insan güvenini dijital güvenle ikame etmek değil, bu iki güven biçimi arasında sentez kurmaktır. Çünkü mutlak matematiksel güven, insanın hata yapma ve bağışlanma hakkını ortadan kaldırır; oysa hukuk, yalnızca düzen değil, aynı zamanda merhamet sistemidir.
4.1.5. Blok Zincirinin Türk Hukuk Sistemindeki Meşruiyet Kriterleriyle İlişkisi
Türk hukuk sisteminde meşruiyet, üç kaynaktan beslenir: normatif yetki (kanun koyucu), etik onay (adalet ilkesi) ve toplumsal kabul (hukuk kültürü). Blok zinciri bu üç kaynağın hiçbirine doğrudan dayanmaz; ancak her biriyle dolaylı bir bağ kurar.
Decentralized Finance kaynağında blok zinciri, “autonomous legitimacy” — yani özerk meşruiyet — kavramıyla açıklanır. Bu kavram, sistemin doğruluğunu dış onaydan bağımsız olarak kendi içinde üretmesi anlamına gelir.
Bu yapı, Türk hukuk düzeninde alışılmış meşruiyet biçimlerinden farklıdır; zira burada meşruiyet, devletin yetkisine değil, teknik doğruluğun toplumsal kabulüne dayanır. Ancak teknik doğruluk, her zaman adaletin garantisi değildir.
Dolayısıyla Türk hukukunun görevi, blok zincirinin özerk meşruiyetini tanımakla birlikte, onu hukukî meşruiyetin etik ölçütleriyle sınırlandırmaktır. Aksi halde teknik doğruluk, demokratik denetimin yerini alabilir.
Bu bağlamda hukuk, blok zincirini bir “otorite” olarak değil, şeffaflık ve denetim aracı olarak konumlandırmalıdır. Çünkü teknolojik meşruiyet, etik denge olmadan otoriterleşebilir.
Ara Sonuç: Hukukun Dijital Paradigmaya Geçişinde Blok Zincirinin Rolü
Sonuç olarak blok zinciri, Türk hukuk sisteminin dayandığı klasik paradigmaları — otorite, güven, irade, ispat ve meşruiyet — kökten dönüştürme kapasitesine sahiptir. Ancak bu dönüşüm, hukukun yerini teknolojinin alması anlamına gelmez; bilakis hukukun, kendi temel ilkelerini dijital çağın diline tercüme etmesi anlamına gelir.
Blok zinciri, hukuka rakip değil, onun gelişmiş biçimidir. Ancak bu gelişim, yalnızca teknik değil, etik ve kavramsal düzeyde bir bilinç değişimi gerektirir. Türk hukuku, bu bilinç değişimini gerçekleştirebildiği ölçüde dijital çağda meşruiyetini sürdürebilecek ve adalet ilkesini teknik düzeneğin ötesine taşıyabilecektir.
Binaenaleyh, blok zinciri teknolojisi, Türk hukukunun geleceğini belirleyecek temel sınavlardan biridir. Çünkü bu teknoloji, artık yalnızca işlemleri değil, adaleti de kaydeden bir sistem yaratmaktadır. Hukukun bu sisteme entegrasyonu, yalnızca normatif değil, ontolojik bir uyum sürecidir.
4.2. AKILLI SÖZLEŞMELERİN HUKUKÎ NİTELİĞİ VE TÜRK BORÇLAR HUKUKU AÇISINDAN YORUMLANMASI
Akıllı sözleşmeler, blok zinciri ekosisteminin en belirgin hukukî yeniliği olarak, yalnızca sözleşme ilişkilerini değil, hukukta irade, sorumluluk ve ifa kavramlarını da yeniden tanımlamaktadır. Bu yeni sözleşme biçimi, klasik hukuk düzeninin merkezinde yer alan “insan iradesiyle kurulan ve yorumlanan borç ilişkisi” anlayışını teknik düzeneğe dönüştürür.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında belirtildiği üzere, akıllı sözleşmeler “self-executing legal codes” — yani kendiliğinden ifa edilen hukukî kodlar — olarak tanımlanır. Bu tanım, iradenin beyan olmaktan çıkıp algoritmaya dönüştüğü bir çağın habercisidir. Artık irade, kelimelerde değil; veride, kodda, protokolde tezahür eder.
Bu gelişme, Türk Borçlar Hukuku sisteminin dayandığı temel varsayımlardan birini — irade beyanının insanî mahiyetini — doğrudan sarsmaktadır. Zira Türk hukukunda borç ilişkisi, tarafların karşılıklı irade açıklamalarıyla kurulur; akıllı sözleşmelerde ise bu açıklama, yazılım koduna gömülü ve sistem tarafından yürütülür hale gelir. Böylece hukuk, niyetin değil, otomasyonun alanına taşınır.
Bu nedenle akıllı sözleşmelerin hukukî niteliği, yalnızca geçerlilik veya bağlayıcılık meselesi değil, aynı zamanda hukukun öznesinin kim olduğu sorusudur.
4.2.1. İrade Beyanının Teknik Temsili ve Sözleşme Serbestisinin Dijital Boyutu
Klasik borçlar hukuku sisteminde sözleşme, tarafların özgür iradeleriyle kurulan bir borç doğurucu işlemdir. Bu özgürlük, iradenin beyanı ve yorumlanması yoluyla somutlaşır. Ancak akıllı sözleşmelerde irade, taraflarca değil, tarafların önceden tanımladığı kod mantığı tarafından temsil edilir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum, “delegated will” — yani devredilmiş irade — olarak adlandırılmıştır. Taraflar, akıllı sözleşmeyi yazarken iradelerini bir kez tanımlar ve ardından onu sistemin kendisine emanet eder. Artık sözleşmenin yürütülmesi, insanın sürekli gözetimine değil, sistemin sürekliliğine bağlıdır.
Bu durum, sözleşme serbestisinin sınırlarını yeniden çizer. Çünkü taraflar yalnızca içerik üzerinde değil, aynı zamanda kodun işleyiş biçimi üzerinde de karar vermek zorundadır. Bu anlamda akıllı sözleşme, özgürlükten çok programlanmış irade kavramını ortaya çıkarır.
Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu yapı “autonomous contractual execution” — özerk sözleşmesel ifa — biçiminde tanımlanmıştır. Taraflar, iradelerini sistem içinde otomatikleştirir; sistem, bu iradeyi her koşulda uygular. Bu noktada, iradenin özgür niteliği yerini önceden belirlenmiş zorunluluğa bırakır.
Dolayısıyla Türk hukuk sistemi açısından akıllı sözleşmeler, irade beyanını ortadan kaldırmaz; ancak onun biçimini değiştirir. Artık beyan, söz değil, veri dizisidir; yorum ise kelimeler üzerinden değil, işlevsel koşullar üzerinden yapılır.
4.2.2. Akıllı Sözleşmelerde Geçerlilik, Hata ve İrade Sakatlığı Tartışmaları
Her sözleşmenin geçerliliği, taraf iradelerinin uyuşmasına dayanır. Ancak akıllı sözleşmelerde bu uyuşma, sistemin çalışmasıyla sağlanır; taraflar, işlemin anlamını bazen teknik sınırlılıklar nedeniyle tam olarak bilemeyebilir.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “semantic opacity” — yani anlamsal kapalılık — olarak tanımlanmıştır. Kod, insan diliyle aynı düzlemde işlem görmediğinden, taraflar sözleşmenin tüm sonuçlarını önceden öngöremeyebilir. Bu durum, irade sakatlığı (özellikle hata ve aldatma) kavramlarını yeniden gündeme getirir.
Klasik hukukta hata, iradenin açıklamasıyla beyanı arasındaki farktan doğar; oysa akıllı sözleşmelerde hata, irade ile kod arasındaki farktan doğar. Tarafın niyetiyle kodun çıktısı farklıysa, hata vardır; fakat sistem bu hatayı düzeltemez, çünkü kodun işleyişi geri alınamaz.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu olgu “irreversible misperformance” — yani geri alınamaz yanlış ifa — olarak açıklanmıştır. Bu durumda hukuk, klasik anlamda ifayı iptal edemez; ancak taraflar arasındaki dengeyi yeniden kurmak için dengeleyici sorumluluk mekanizmaları geliştirmek zorundadır.
Türk Borçlar Hukuku’nda bu sorun, irade sakatlığı hükümleriyle çözülebilir görünse de, akıllı sözleşmelerde irade beyanı bir insan beyanı olmadığı için, bu hükümlerin doğrudan uygulanması güçtür. Bu nedenle hukuk, akıllı sözleşmelerdeki hataları, riskin taraflar arasında nasıl paylaştırıldığına göre değerlendirmelidir.
4.2.3. Akıllı Sözleşmelerin Türk Borçlar Hukuku’nda İfa ve Sorumluluk İlkeleriyle Çatışması
Akıllı sözleşmelerin en önemli özelliği, otomatik ifa kabiliyetidir. İfa, bir irade sonucu değil, sistemin koşullarının yerine gelmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla borçlu, borcunu “yaparak” değil, “kodun yapmasına izin vererek” yerine getirir.
An Overview on Smart Contracts kaynağında bu süreç “execution without executor” — yani ifa eden olmaksızın ifa — olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, Türk Borçlar Hukuku’nun merkezinde yer alan “ifa borçlunun kişisel davranışıdır” anlayışıyla doğrudan çelişir.
Bu durumda ortaya çıkan temel sorun, sorumluluğun kime ait olduğudur. Kod yanlış çalıştığında, sistemin arkasında insan eli görünmez. The Law of Blockchain kaynağında bu mesele “depersonalized liability” — kişisizleşmiş sorumluluk — olarak ele alınır.
Türk hukukundaki mevcut düzenlemeler, borç ihlalini daima bir özneye bağlar. Ancak akıllı sözleşmelerde ihlalin faili, teknik olarak sistemdir. Bu nedenle sorumluluğun tespiti, failden ziyade risk dağılımı üzerinden yapılmalıdır.
Bu bağlamda Türk Borçlar Hukuku’nun genel ilkeleri — ifa, temerrüt, kusur, tazmin — yeniden yorumlanmalıdır. Kusur, artık davranıştan değil, tasarımdan doğmaktadır. Dolayısıyla sorumluluk, kodun hazırlanması sürecinde gerekli özenin gösterilip gösterilmediğine göre belirlenmelidir.
4.2.4. Kod–İrade Uyumsuzluğu ve İrade Beyanının Yorumlanabilirliği Sorunu
Akıllı sözleşmelerin hukukî yorumunda en büyük zorluk, kodun anlamı ile tarafların niyeti arasındaki farktır. Hukukta irade beyanı yorumlanabilir; çünkü dil esnektir. Kod ise yoruma kapalıdır; o yalnızca mantıksal işlemler içerir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu yapı “interpretation deadlock” — yani yorum tıkanıklığı — olarak tanımlanmıştır. Kod, sözleşmenin uygulanmasını sağlar; ancak aynı zamanda hukukî yorumu imkânsızlaştırır. Bu nedenle akıllı sözleşmelerde uyuşmazlık çıktığında, hâkimin kodu değil, iradenin tarihini anlaması gerekir.
Ancak bu da teknik zorluklar doğurur; zira akıllı sözleşmelerde irade beyanı blok zincirinde değişmez biçimde kaydedildiğinden, niyetin sonradan revize edilmesi mümkün değildir. The Law of Blockchain kaynağında bu durum, “permanent intention paradox” — yani kalıcı niyet paradoksu — olarak nitelendirilmiştir.
Türk hukuk sisteminde bu tür uyuşmazlıklar, iyi niyet ve dürüstlük ilkeleri çerçevesinde çözülmelidir. Çünkü akıllı sözleşmenin değişmezliği, adaletin esnekliğini ortadan kaldırmamalıdır. Hukuk, teknolojinin değişmezliğine değil, adaletin düzeltici gücüne dayanır.
4.2.5. Türk Hukukunda Akıllı Sözleşmelerin Hukukî Geçerliliği İçin Önerilen Sistematik Model
Akıllı sözleşmelerin Türk hukukunda açık bir düzenlemesi bulunmamakla birlikte, bu durum onların hukuk düzeni dışında olduğu anlamına gelmez. The Law of Blockchain ve NFTs and Corporate Accounting kaynaklarında da belirtildiği üzere, akıllı sözleşmeler mevcut sözleşme teorisinin sınırlarını genişleten bir araçtır.
Türk hukuk sisteminde akıllı sözleşmelerin geçerliliği üç düzeyde ele alınmalıdır:
Bu üç düzey birlikte ele alındığında, akıllı sözleşmelerin hukuken geçerli olabilmesi için şu ilkeler önerilebilir:
Bu model, Türk hukuk sisteminin insan merkezli yapısını korurken, akıllı sözleşmelerin teknik işleyişini tanıyan hibrit bir yaklaşım sunar.
Ara Sonuç: Türk Borçlar Hukuku’nda İradenin Dijitalleşmesi
Sonuç olarak akıllı sözleşmeler, Türk Borçlar Hukuku’nun temelini oluşturan irade, beyan, ifa ve sorumluluk kavramlarını teknik bir düzleme taşımıştır. Artık borç, insanın sözüyle değil, sistemin işleyişiyle doğmaktadır.
Bu durum, hukukun öznesini insan olmaktan çıkarmaz; fakat insanın iradesini kodun aracılığıyla görünür hale getirir. Dolayısıyla akıllı sözleşmeler, hukukun insan merkezli yapısını zayıflatmaz; aksine onu yeni bir biçimde yeniden kurar.
Binaenaleyh, Türk hukuk sisteminin önünde iki seçenek vardır: ya akıllı sözleşmeleri teknik bir yenilik olarak kenarda tutmak ya da onları hukukun dijitalleşmiş irade teorisinin temel taşı haline getirmek.
İkinci yol tercih edildiğinde, Türk Borçlar Hukuku yalnızca çağın gereklerine uyum sağlamış olmaz; aynı zamanda hukuk felsefesinin kadim sorusu olan “irade nedir?” meselesine teknik bir yanıt üretmiş olur.
4.3. NFT’LERİN TÜRK HUKUK SİSTEMİNDE KAVRAMSAL VE NORMATİF KONUMU
NFT (Non-Fungible Token), dijital çağın hukukî dilinde, hem mevcut kavramları yeniden yorumlatan hem de yeni kavramların doğumuna zemin hazırlayan sui generis bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu varlık biçimi, Türk hukuk sisteminin kavramsal bütünlüğünü oluşturan üç temel kategoriyi — mal, hak ve belge — aynı anda etkileyen ve bu kategorilerin kesişiminde konumlanan özgün bir dijital varlık tipolojisidir.
Klasik hukuk düzeninde her hukukî nesne, ontolojik olarak bir kategoriye dâhildir: eşya ise maddîdir, hak ise soyut, belge ise beyanın kanıtıdır. Oysa NFT, bu üçlü ayrımı geçersiz kılar. Çünkü o, maddî bir varlık değildir ama mülkiyeti doğurur; soyut bir hak değildir ama ekonomik değeri vardır; bir belge değildir ama ispat gücü, klasik belgeden daha yüksektir.
The Law of Blockchain kaynağında bu yapı “hybrid legal ontology” — yani melez hukukî ontoloji — olarak tanımlanmıştır. NFT’nin hukuk düzeni içindeki konumu, varlık türleri arasındaki klasik ayrımların işlevsiz hale geldiği bu melezlikte somutlaşır. Bu nedenle Türk hukuk sisteminde NFT’nin normatif statüsünü belirlemek, yalnızca yeni bir kategori yaratmak değil, mevcut kategorilerin sınırlarını yeniden çizmek anlamına gelir.
Bu bağlamda NFT’lerin Türk hukukundaki konumu, üç düzlemde analiz edilmelidir: (i) NFT’nin mal–hak–belge üçlüsü içindeki kavramsal statüsü, (ii) NFT’nin veri hâkimiyeti ve mülkiyet hakkı bakımından doğurduğu yeni hak biçimleri, (iii) NFT’nin hukuk düzeninde normatif bütünlüğe dâhil edilmesi için geliştirilen kavramsal öneriler.
4.3.1. NFT’nin Mal–Hak–Belge Üçlüsündeki Ara Statüsü: Dijital Mülkiyetin Hibrit Yapısı
Türk hukuk sistemi, Medenî Kanun’un sistematiğinde mal kavramını fiziksel varlıkla, hak kavramını soyut yetkiyle, belge kavramını ise ispat aracıyla özdeşleştirir. Ancak NFT, bu üçlünün kesişiminde yer alır ve her birine ait özellikler taşır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında NFT, “transferable digital property unit” — yani devredilebilir dijital mülkiyet birimi — olarak tanımlanır. Bu tanım, NFT’nin maddî eşya gibi mülkiyete konu olabileceğini, ancak onun fiziksel varlık değil, dijital veri formunda bulunduğunu ifade eder. Bu nedenle NFT, klasik anlamda bir “mal” değil; malın dijital izdüşümüdür.
Ancak NFT’nin mülkiyet doğurabilmesi, onun aynı zamanda bir “hak” işlevi görmesini de sağlar. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum, “right embodied in code” — koda gömülü hak — kavramıyla açıklanmıştır. NFT, mülkiyet hakkının dijital temsili olarak, hak ile mal arasındaki sınırı ortadan kaldırır.
Bu yapı, belge kavramıyla da doğrudan ilişkilidir. Çünkü NFT, hem bir mülkiyetin varlığını gösterir hem de o mülkiyetin kendisidir. The Law of Blockchain kaynağında bu durum “evidence merged with object” — yani nesneyle birleşmiş delil — olarak ifade edilir.
Dolayısıyla NFT, Türk hukuk sisteminde ayrı bir kategoriye yerleştirilemeyecek kadar ara nitelikli bir varlıktır. En uygun tanım, onun “dijital mülkiyetin hibrit formu” olduğu yönündedir: hem veri hem varlık, hem hak hem belge.
4.3.2. NFT’nin Türk Medenî, Borçlar ve Ticaret Hukuku Sistemleriyle Etkileşimi
NFT’nin Türk hukukundaki konumunu belirlerken, onun yalnızca teknik bir yenilik değil, aynı zamanda sistemsel bir meydan okuma olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Türk Medenî Kanunu’nun eşya hukukuna dayanan mülkiyet rejimi, fiziksel zilyetlik ilkesine dayanır; oysa NFT’de mülkiyet, kriptografik erişim hakkına indirgenmiştir.
Bu durum, Medenî Hukuk açısından “zilyetliksiz mülkiyet” olarak adlandırılabilecek bir yapıyı ortaya çıkarır. The Law of Blockchain kaynağında bu olgu “possessionless ownership” — yani zilyetsiz sahiplik — olarak tanımlanmıştır. Türk hukuk sistemi bu kavrama yabancıdır; çünkü mülkiyetin varlığı zilyetliğe, zilyetlik ise fiilî hâkimiyete dayanır.
Borçlar hukuku bakımından NFT, klasik anlamda bir “tasarruf işlemi” değil, otomatik yürütülen bir edim biçimidir. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında bu süreç “autonomous performance” — yani özerk ifa — olarak tanımlanır. Taraflar, NFT transferinde edimi kendileri gerçekleştirmez; sistem, sözleşmeyi ifa eder.
Ticaret hukuku açısından NFT, ekonomik dolaşımın konusu haline gelmiş dijital varlıktır. Ancak Türk Ticaret Kanunu’ndaki “menkul kıymet”, “emtia” veya “kıymetli evrak” kategorilerinin hiçbirine tam olarak uymaz. Çünkü NFT, bir hak senedi gibi devredilebilir ama aynı zamanda benzersizdir; seri üretilemez. NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu nedenle NFT, “unique tradable asset” — benzersiz ticari varlık — olarak tanımlanır.
Bu sistematik analiz, NFT’nin Türk hukukunda mevcut kurumlarla ilişkilendirilebilir ancak özdeşleştirilemez olduğunu göstermektedir. NFT, klasik hukukun her alanına dokunur, fakat hiçbirine ait değildir.
4.3.3. NFT’nin Mülkiyet Hakkı, Veri Hâkimiyeti ve İrade Özerkliği Bakımından Doğurduğu Yeni Hak Biçimleri
NFT, yalnızca yeni bir varlık biçimi değil; aynı zamanda yeni bir hak biçimi yaratmıştır. Çünkü NFT mülkiyeti, hem ekonomik hem de teknik unsurları bünyesinde barındırır: hak sahibinin ekonomik yararı ile sistem erişimi, aynı yapının farklı yüzleridir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu yapı “dual-layer ownership” — yani çift katmanlı mülkiyet — olarak adlandırılmıştır. Bu kavram, NFT’deki mülkiyet ilişkisinin hem teknik (zincir üzerindeki sahiplik) hem hukukî (sözleşmesel hak) düzeyde var olduğunu gösterir.
Bu iki düzey arasındaki ilişki, “veri hâkimiyeti” kavramını doğurur. The Law of Blockchain kaynağında veri hâkimiyeti, “control over the immaterial” — yani soyut olan üzerinde fiilî hâkimiyet — biçiminde tanımlanmıştır. Bu hâkimiyet biçimi, klasik zilyetlik kavramının dijital uzantısıdır.
NFT sahibinin özel anahtara sahip olması, bu veri üzerindeki hâkimiyetin hem teknik hem hukukî kanıtıdır. Böylece mülkiyet, fiziksel eylem değil, erişim kabiliyeti haline gelir. Bu durum, Türk hukukunda “malın fiilî hâkimiyeti” anlayışını yeniden yorumlamayı gerektirir.
İrade özerkliği açısından NFT, bireye yeni bir özgürlük biçimi sunar: merkezsiz mülkiyet. Ancak bu özgürlük, teknik bağımlılık paradoksunu da beraberinde getirir. NFT, sahibini aracılardan kurtarır; fakat sistemi mutlak otorite haline getirir. Bu nedenle NFT mülkiyeti, özgürlük değil, bağımlı özerklik biçimidir.
4.3.4. NFT’nin Hukukun Kaynak Teorisi Açısından Anlamı: Pozitif Normdan Teknik Norma Geçiş
Hukukun kaynakları, tarihsel olarak insan iradesiyle oluşturulmuş metinlerdir: kanun, örf, içtihat. Ancak NFT ve blok zinciri ekosistemi, bu kaynak sistemini teknik düzeneğe taşır. Artık norm, metinde değil, protokolde somutlaşır.
The Law of Blockchain kaynağında bu dönüşüm, “code-based normativity” — yani koda dayalı normatiflik — olarak adlandırılmıştır. Bu kavram, hukukî bağlayıcılığın artık kelimelerle değil, algoritmalarla temsil edildiği anlamına gelir.
NFT’ler bu yeni normatifliğin tipik örnekleridir. Onlar, mülkiyeti beyan etmez; mülkiyetin gerçekleşmesini sağlar. Böylece hukuk, bildirici olmaktan çıkıp yaratıcı hale gelir.
Türk hukuk sistemi açısından bu, normun biçimsel kaynak anlayışını genişletme zorunluluğunu doğurur. Artık “yazılı hukuk” yalnızca kâğıt üzerindeki metinle değil, kodlanmış davranış kurallarıyla da ifade edilmelidir.
Bu durum, pozitif hukuk ile teknik hukuk arasındaki sınırın kalktığı yeni bir dönem başlatır. Hukuk normu, insanın iradesiyle değil, sistemin kendini icra eden düzeniyle var olur.
4.3.5. NFT’nin Türk Hukukunda Düzenlenmesine Yönelik Normatif Öneriler
NFT’nin Türk hukuk sistemine entegrasyonu için normatif bir çerçevenin oluşturulması kaçınılmazdır. Ancak bu çerçeve, klasik normatif yöntemlerle değil, işlevsel hukuk mantığıyla kurulmalıdır.
NFTs and Corporate Accounting ve The Law of Blockchain kaynaklarında önerilen model, “functional equivalence principle” — yani işlevsel eşdeğerlik ilkesi — üzerine kuruludur. Buna göre NFT, mevcut hukukî kavramlardan hangisinin işlevini yerine getiriyorsa, o kavramın normatif çerçevesine dâhil edilmelidir.
Bu bağlamda Türk hukukunda şu üç normatif öneri geliştirilebilir:
Bu öneriler, Türk hukuk sisteminin kavramsal tutarlılığını korurken, NFT fenomenini dışlamadan içselleştirmesine imkân tanır.
Ara Sonuç: Türk Hukukunda Dijital Mülkiyetin Kavramsal Yeniden Doğuşu
Netice itibarıyla NFT, Türk hukuk sisteminin kavramsal yapısında bir “ekleme” değil, bir yeniden kuruluş olgusudur. Mülkiyet, artık yalnızca fiziksel varlıkla değil, veriyle; hak, yalnızca beyanla değil, erişimle; belge, yalnızca kanıtla değil, varoluşla ilişkilidir.
Bu nedenle NFT, Türk hukuk düzeninde yeni bir normatif evreyi temsil eder. O, hukukun dijitalleşmesini değil, dijitalin hukuklaşmasını sağlar.
Binaenaleyh, Türk hukuk sistemi NFT’yi yalnızca yeni bir varlık biçimi olarak değil, hukukî düşüncenin dönüşümünün aracı olarak görmelidir. Çünkü NFT, teknolojinin değil, insan iradesinin dijitalleşmiş biçimidir — ve hukuk, iradenin görünür olduğu her yerde vardır.
4.4. TÜRK HUKUKUNUN DİJİTAL DÖNÜŞÜM KAPASİTESİ: UYUM SORUNLARI VE YAPISAL ENGELLER
Dijitalleşme, yalnızca ekonomik ya da teknolojik bir olgu değil; aynı zamanda hukuk sistemlerinin kendi varlık nedenlerini sınayan bir dönüşüm biçimidir. Blok zinciri, akıllı sözleşmeler ve NFT’ler gibi yapılar, hukuk düzeninin klasik kavramlarını işlevsel olarak yetersiz kılmış; normatif yapının temellerini oluşturan “otorite, irade, mülkiyet ve güven” kavramlarını yeniden tanımlamayı zorunlu hale getirmiştir.
Türk hukuk sistemi bu dönüşüm karşısında iki eğilim arasında sıkışmıştır: bir yanda katı normatif gelenekten doğan dogmatik muhafazakârlık, diğer yanda teknolojik yeniliği hızla benimseyen pratik uyum arayışı. Ancak bu iki eğilim arasındaki gerilim, sistemin bütüncül bir dijital hukuk paradigması geliştirmesini engellemektedir.
The Law of Blockchain kaynağında bu tür hukuk düzenleri “reactive systems” — yani reaktif sistemler — olarak tanımlanır: kendi değişimini planlamayan, yalnızca dış baskılara cevap veren hukuk yapıları. Türk hukuku da bu tanıma uygun bir örnektir; çünkü teknolojiye dair düzenlemeler, sistematik bir vizyonla değil, ihtiyaç anında verilen mevzuat refleksleriyle şekillenmektedir.
Bu nedenle Türk hukukunun dijital dönüşüm kapasitesi, teknik araçların varlığıyla değil, kavramların esnekliğiyle ölçülmelidir. Çünkü dijital çağda hukukun gücü, artık norm üretme hızında değil, normların dönüştürülebilme yeteneğinde yatmaktadır.
4.4.1. Türk Hukuk Sisteminin “Katı Normatif Yapısı” ve Dijital Olgularla Etkileşimdeki Sınırlılık
Türk hukuk sistemi, Kıta Avrupası hukuk geleneğinin en belirgin özelliklerinden biri olan biçimsel normatiflik ilkesine dayanır. Bu ilkeye göre hukuk, davranışları düzenleyen önceden belirlenmiş, kapalı uçlu kurallar bütünüdür. Bu yapı, öngörülebilirliği sağlamakla birlikte, değişim karşısında sistemin katılığını da pekiştirir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu durum “normative rigidity” — yani normatif katılık — olarak adlandırılmıştır. Bu katılık, teknolojik yeniliklerin hukuka entegrasyonunu geciktirir; çünkü yeni olgular, mevcut kavramsal çerçeveye sığmaz.
Türk hukukunun normatif katılığı, özellikle kaynaklar hiyerarşisi ve kanunilik ilkesi etrafında belirginleşir. Kanun, hem norm üretiminin hem yorumun merkezidir. Oysa dijital hukuk alanında norm, çoğu zaman koda, yani teknik düzeneğe gömülüdür. Hukukun bu yeni normatif dile kapalı kalması, sistemin teknik gerçeklikle bağını zayıflatır.
Bu durum, The Law of Blockchain kaynağında “law–code dissonance” — yani hukuk–kod uyumsuzluğu — olarak tanımlanmıştır. Bu uyumsuzluk, yalnızca teknik bir sorun değil; aynı zamanda epistemolojik bir krizdir: hukuk, gerçekliği artık kendi diliyle değil, teknolojinin diliyle kavrayabilmek zorundadır.
4.4.2. Teknolojik Yenilik Karşısında Mevzuatın Reaktif Yapısı: Düzenleme mi, Yorum mu?
Türk hukuk sistemi, teknolojik yenilik karşısında sıklıkla düzenleme refleksiyle tepki verir. Yeni olguya karşı ilk tepki, “kanun çıkarma” yönündedir. Ancak S3-DAO Rodrigues kaynağında belirtildiği gibi, bu tür refleksler “regulatory illusion” — yani düzenleme yanılsaması — yaratır: norm koymak, her zaman normatif uyum sağlamak anlamına gelmez.
Gerçek uyum, yeni olgunun mevcut hukuk düzenine nasıl yorum yoluyla entegre edileceğini belirlemekle mümkündür. Çünkü dijitalleşme, yalnızca yeni kurallar değil, yeni yorum biçimleri gerektirir.
An Overview on Smart Contracts kaynağında bu fark “law of code vs. law through code” ikilemiyle açıklanır: Birinci model, hukuku kodla değiştirmeyi; ikinci model ise hukuku kod üzerinden yeniden yorumlamayı amaçlar. Türk hukuk sisteminin başarısı, ikinci modeli benimseme kapasitesine bağlıdır.
Bu nedenle mevzuat üretimi, dijitalleşme karşısında tek başına yeterli değildir. Asıl dönüşüm, yorum paradigmasının değişmesiyle mümkündür. Hukuk, artık statik metinlerin değil, dinamik süreçlerin diliyle düşünmelidir.
4.4.3. Türk Hukuk Doktrininin “Dijital Dogmatik” Geliştirme İhtiyacı
Türk hukukunun dijital dönüşümündeki en önemli eksiklik, kavramsal düzlemde dijital dogmatik inşa edilememiş olmasıdır. Dogmatik, hukukun yalnızca pozitif metinlerini değil, kavramlarının mantıksal ilişkisini de belirler. Ancak dijital çağ, bu kavramsal ilişkileri altüst etmiştir.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği üzere, blok zinciri teknolojisi “conceptual atomism” — yani kavramsal atomculuk — yaratır: hukukî kavramlar artık birbirine bağlı değil, bağımsız ve değiştirilebilir hâle gelir.
Türk hukuk doktrini bu yeni duruma henüz uyum sağlayamamıştır; çünkü hâlâ 20. yüzyılın kodifikasyon mantığına bağlıdır. Oysa dijital hukuk, kodifikasyonu değil, modülasyonu gerektirir. Yani hukukî kavramların sabit değil, duruma göre yeniden yapılandırılabilir olması gerekir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu olgu “fluid legal ontology” — yani akışkan hukukî ontoloji — olarak tanımlanmıştır. Türk hukuk sisteminde bu akışkanlığı sağlayacak kavramsal çerçeve henüz oluşmamıştır. Bu nedenle dijitalleşme, yalnızca normatif değil, aynı zamanda kavram üretimi sorununa dönüşmüştür.
Bu eksikliğin giderilmesi, hukuk fakültelerinden yargı pratiğine kadar tüm sistemin yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Artık hukuk, kodun mantığını anlamadan uygulanamaz hâle gelmiştir.
4.4.4. Mevzuat–Teknoloji Dengesinin Yeniden Kurulması: Kavramların Revizyonu
Dijitalleşmenin Türk hukukuna getirdiği en temel meydan okuma, mevzuatın sabitliği ile teknolojinin dinamikliği arasındaki çatışmadır. Kanun, öngörülebilirlik için durağandır; teknoloji ise sürekli yenilenir. Bu durum, hukuk sisteminin iç tutarlılığını tehdit eden bir tempo farkı yaratır.
Decentralized Finance kaynağında bu sorun “asynchronous regulation” — yani zamansal uyumsuzluk — olarak adlandırılmıştır. Hukuk, teknolojiye daima geç tepki verir; bu da normların, doğdukları anda eskimiş hale gelmesine neden olur.
Türk hukukunda bu sorun, özellikle dijital varlıklar ve blok zinciri uygulamalarında belirgindir. Mevzuat, teknolojik olguların önünde değil, daima arkasında yürür. Bu nedenle çözüm, yeni kanunlar yapmak değil, mevcut kavramları yeniden yorumlamaktır.
The Law of Blockchain kaynağında bu yaklaşım “principle-based adaptation” — yani ilke temelli uyum — olarak önerilmiştir. Buna göre hukuk, belirli teknolojiyi düzenlemek yerine, teknolojik değişime dayanabilecek genel ilkeleri (dürüstlük, adalet, öngörülebilirlik, şeffaflık) merkeze almalıdır.
Türk hukuk sisteminin geleceği, bu dengeyi sağlayabilme yeteneğine bağlıdır. Çünkü hukuk, teknolojiye uyum sağlamakla yetinmemeli; aynı zamanda onu yönlendirebilen bir ilkesel üstünlüğe sahip olmalıdır.
4.4.5. Yargı Pratiğinin Dijitalleşmesi ve Normatif Uyum Sürecinde Yargının Rolü
Hukukun dijitalleşmesi, yalnızca yasama ve doktrin düzeyinde değil, aynı zamanda yargısal karar üretim süreçlerinde de köklü değişiklikler gerektirir. Çünkü dijital olguların doğası, klasik yargısal ispat, delil ve yorum yöntemleriyle bağdaşmaz.
The Law of Blockchain kaynağında blok zinciri kayıtlarının hukukî işlevi “trustless evidence” — yani güvene dayanmayan delil — olarak tanımlanmıştır. Bu, Türk yargısında geçerli olan “delilin doğruluğu hâkim kanaatiyle belirlenir” ilkesine meydan okur; zira burada doğruluk, artık insan yargısıyla değil, sistem mutabakatıyla sağlanmaktadır.
Bu durum, hâkimin işlevini “hakikati bulan özne” olmaktan çıkarıp, “teknik delili yorumlayan gözlemci” konumuna getirir. Böyle bir değişim, Türk hukukunda yargısal otoritenin doğasını dönüştürür. Artık yargıç, yalnızca hukukî normun değil, teknolojik işlemin de anlamını çözümlemek zorundadır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu yeni rol “algorithmic adjudication” — yani algoritmik yargılama — kavramıyla açıklanır. Bu modelde yargı, dijital süreçlerle işbirliği içinde çalışır; blok zinciri kayıtları, delil sisteminin yerini değil, onun otomatik kanıt temelini oluşturur.
Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için Türk yargısının dijital hukuk okuryazarlığını kurumsal düzeyde geliştirmesi gerekir. Çünkü artık bir uyuşmazlık, sadece hukukî değil, aynı zamanda veri analitik bir meseledir.
Ara Sonuç: Türk Hukukunun Dijital Uyum Kapasitesi Üzerine Normatif Değerlendirme
Türk hukuk sisteminin dijital dönüşüm kapasitesi, kavramsal derinliği değil, yapısal esnekliği ile sınanmaktadır. Dijital çağ, hukukun yalnızca yeni kurallar üretmesini değil, kendi varlık biçimini yeniden tanımlamasını gerektirir.
Bu bağlamda Türk hukuk sistemi, üç temel dönüşümle karşı karşıyadır:
Binaenaleyh, Türk hukukunun dijitalleşme süreci, teknik bir entegrasyon değil, normatif bir yeniden doğuş sürecidir. Bu süreçte başarı, yeni kanunlar yapmakta değil; hukuk düşüncesini çağın diliyle ifade edebilmekte yatar.
Hukuk, dijitalleşmeye direnerek var olamaz; ancak kendi ilke temellerini koruyarak dijitalleştiğinde meşruiyetini sürdürebilir.
4.5. DİJİTAL MÜLKİYETİN GELECEĞİ: ETİK, FELSEFÎ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM PERSPEKTİFİ
Dijital mülkiyet olgusu, insanlık tarihinin mülkiyet kavramına ilişkin en köklü epistemolojik dönüşümünü temsil etmektedir. Zira mülkiyet, kadim çağlardan bu yana insanın doğa üzerindeki egemenliğinin bir ifadesiyken, dijital çağda doğa, yerini veriye; egemenlik ise yerini erişim hakkına bırakmıştır. Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik bir yapı değişikliği değil; aynı zamanda ahlâkî, toplumsal ve felsefî temelleri derinden etkileyen bir paradigma kaymasıdır.
The Law of Blockchain kaynağında ifade edildiği üzere, blok zinciri teknolojisi ve onun doğurduğu dijital varlık biçimleri, “ownership without substance” — yani maddesiz sahiplik — çağını başlatmıştır. Bu çağda sahiplik, artık bir nesneye değil, o nesnenin dijital temsiline; bir mülke değil, verinin kimliğine yönelmiştir.
Bu gelişme, insanın hem varlıkla hem de toplumla kurduğu ilişkinin doğasını kökten değiştirmektedir. Mülkiyet, artık yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir kimlik beyanıdır. NFT sahibi olmak, yalnızca bir dijital varlığa sahip olmak anlamına gelmez; aynı zamanda dijital kimlik alanında bir varlık iddiasıdır.
4.5.1. Dijital Mülkiyetin İnsan Özgürlüğü ve Kimlik Kavramıyla İlişkisi
Felsefî açıdan mülkiyet, özgürlükle iç içe geçmiştir. Locke’a göre mülkiyet, emeğin doğal uzantısıdır; Hegel’e göre ise bireyin özgürlüğünü dünyada somutlaştırma aracıdır. Ancak dijital mülkiyet, bu klasik yaklaşımları altüst eder. Çünkü burada mülkiyetin temeli, emek ya da fiziksel hâkimiyet değil; sistemsel tanınmadır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu olgu “algorithmic recognition” — yani algoritmik tanınma — olarak adlandırılmıştır. Bu kavrama göre bireyin dijital mülkiyeti, artık sosyal veya ekonomik bir otorite tarafından değil, sistemin kendisi tarafından tanınır. Bu tanınma, bireye yeni bir özgürlük alanı sunmakla birlikte, aynı zamanda dijital bağımlılık biçiminde yeni bir bağımlılık yaratır.
Dijital mülkiyet, bireye merkezi otoritelerden bağımsız bir ekonomik özerklik sağlar; fakat bu özerklik, tamamen sistemin sürekliliğine bağlıdır. Blok zinciri ağları veya NFT platformları çöktüğünde, sahiplik de anlamını yitirir. Böylece dijital mülkiyet, insanın özgürlüğünü genişletirken, aynı zamanda onu teknik bir yapıya hapseder.
Bu çelişki, The Law of Blockchain kaynağında “dependent autonomy” — yani bağımlı özerklik — kavramıyla açıklanmıştır. Bu kavrama göre birey, dijital sistemde özgür görünür; ancak bu özgürlük, kendi varoluş koşulunu belirleyemediği ölçüde kısıtlıdır.
Dolayısıyla dijital mülkiyetin insan özgürlüğüyle ilişkisi, bir özgürlük hikâyesi değil; bağımlılıkla koşullandırılmış bir özerklik deneyimidir.
4.5.2. “Veri Mülkiyeti” Kavramının Hukukî Özneyi Dönüştürmesi
Dijital mülkiyetin temelini oluşturan kavram, “veri mülkiyeti”dir. Veri, 21. yüzyılın en değerli ekonomik kaynağı haline gelmiştir; ancak aynı zamanda insanın varoluşsal uzantısıdır. Çünkü her veri, bir kimliğe, bir tercihe, bir davranışa veya bir düşünceye karşılık gelir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu olgu “personalized property” — yani kişiselleşmiş mülkiyet — olarak tanımlanmıştır. Klasik mülkiyet kavramında mal, sahibinden bağımsızdır; oysa dijital mülkiyet, sahibinin kimliğine gömülüdür. Bu nedenle dijital mülkiyet, bir yandan kişisel verinin ekonomikleştirilmesini, diğer yandan öznenin nesneleşmesini doğurur.
Bu gelişme, hukukî özne anlayışını derinden sarsar. Artık birey, mülkiyetin sahibi olmaktan çok, veri akışının bir parçası haline gelir. Birey, yalnızca hak sahibi değil; aynı zamanda sistemin işleyişini sürdüren veri üreticisidir.
Bu durum, The Law of Blockchain kaynağında “ontological inversion” — yani ontolojik tersyüz oluş — olarak adlandırılmıştır: insan artık varlıklar üzerinde sahiplik kurmaz; varlıklar insan üzerinde hâkimiyet kurar.
Türk hukuk sistemi açısından bu durum, kişi hakkı ile mal hakkı arasındaki ayrımın erimesine neden olur. Veri mülkiyeti, her iki alanın da kesişiminde doğan yeni bir hak türüdür: kişisel-nesnel mülkiyet. Bu hak, ne yalnızca kişisel verinin korunması kapsamında, ne de yalnızca malvarlığı hukukunda değerlendirilebilir.
4.5.3. NFT’lerin Kültürel, Sanatsal ve Toplumsal Düzeyde Yarattığı Değer Değişimi
NFT’ler, dijital mülkiyetin toplumsal görünümünü en somut biçimde temsil eden yapıdır. Sanatın, kültürün ve estetiğin maddî sınırlarını kaldırmış; eserin değerini fiziksel varlıktan dijital özgünlüğe taşımıştır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu dönüşüm “dematerialized art ownership” — yani maddesiz sanat mülkiyeti — olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, sanat eserini salt bir yaratıcı ifade olmaktan çıkarıp, piyasa verisine dönüşen bir mülkiyet nesnesi haline getirir.
Bu durum, kültürel üretimin anlamını köklü biçimde değiştirir. Artık sanat, özgünlüğüyle değil, blok zincirindeki kimliğiyle değerlendirilmektedir. Eserin değeri, estetik veya toplumsal işlevinden çok, algoritmik doğrulama kapasitesine bağlıdır.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında bu olgu “aesthetic commodification” — yani estetiğin metalaşması — olarak tanımlanmıştır. Sanat, artık bir iletişim dili değil; mülkiyet göstergesidir. Bu durum, sanatın toplumsal işlevini, bireysel ifade özgürlüğünden kolektif mülkiyet yarışına dönüştürür.
Toplumsal düzeyde bu süreç, dijital elitizmin doğuşuna yol açar. NFT piyasalarında varlık edinmek, yalnızca ekonomik güç değil, dijital sınıfsal konum göstergesidir. Böylece kültürel sermaye, veri mülkiyetine dönüşür.
Bu yeni düzende hukuk, yalnızca ekonomik dengeyi değil, kültürel adaleti de gözetmek zorundadır.
4.5.4. Dijital Çağda Adaletin Yeniden Tanımı: Algoritmik Adalet, İnsani Denetim ve Hukukî Denge
Dijitalleşme süreciyle birlikte “adalet” kavramı, klasik anlamını yitirmekte; yerini algoritmik adalet anlayışına bırakmaktadır. Bu anlayış, adaletin insani yargıdan değil, sistemsel işleyişten doğduğunu varsayar.
The Law of Blockchain kaynağında bu paradigma “automated justice” — yani otomatik adalet — olarak tanımlanmıştır. Bu yaklaşımda adalet, artık bir değer yargısı değil; doğrulama sürecidir. Blok zincirinde hatasız işlem yürütülmesi, adaletin teknik karşılığı haline gelir.
Oysa hukukun adalet anlayışı, her zaman insani yanılabilirlik ve bağlam farkı üzerine kurulmuştur. Türk hukuk sisteminin “hakkaniyet” kavramı, tam da bu bağlamsal yumuşaklığı sağlar. Ancak algoritmik adalet, bağlamı değil, mutlak tutarlılığı esas alır.
Bu çelişki, S3-DAO Rodrigues kaynağında “mechanical justice paradox” — yani mekanik adalet paradoksu — olarak adlandırılmıştır. Adalet, insandan alınıp sisteme devredildiğinde, etik temelden teknik temele kayar.
Türk hukuk sistemi, bu dönüşüm karşısında adaletin biçimsel değil, özsel niteliğini korumalıdır. Çünkü dijital mülkiyet ilişkilerinde dahi, hakkın değeri yalnızca doğrulukta değil, insanî ölçekte aranmalıdır.
Hukuk, dijital çağda yalnızca kodu değil, vicdanı da yorumlamakla yükümlüdür.
4.5.5. Türk Hukukunun Etik Temelleriyle Dijital Toplumun Normatif İhtiyaçlarının Uzlaştırılması
Dijital mülkiyet düzeni, Türk hukukunun etik temelleriyle yüzleşmesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü dijitalleşme, adalet, hakkaniyet, eşitlik ve insan onuru gibi ilkeleri teknik koşullara tabi hale getirir.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “ethics of permanence” — yani kalıcılığın etiği — olarak tanımlanmıştır: blok zincirinde hiçbir kayıt silinmez; bu nedenle hata, unutulamaz hale gelir. Oysa Türk hukuk felsefesi, özellikle “lekelenmeme” ve “iyileşme” ilkeleriyle, insanın değişebilirliğini esas alır.
Bu çelişki, hukukî etik ile teknik etik arasındaki farklılığı ortaya çıkarır. Hukukî etik, bağışlanabilirliği varsayar; teknik etik ise mutlak kayıt üretir.
Bu nedenle Türk hukukunun dijital topluma uyum süreci, yalnızca teknik değil, ahlâkî bir müzakere süreci olmalıdır. Mülkiyetin dijitalleşmesi, bireyin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz; aksine onu görünmez kılar.
Bu görünmezliği aşmanın yolu, hukukun etik temelini koruyarak dijitalleşmesini sağlamaktır. Yani teknolojiye değil, ilkeye sadakat esas alınmalıdır.
Böylece Türk hukuku, dijital çağın etik ihtiyaçlarına yanıt verebilecek yeni bir denge kurabilir: insan onuruna saygılı, veri üzerinde egemen ama sorumluluk bilincini koruyan bir mülkiyet düzeni.
Ara Sonuç: Dijital Mülkiyetin Felsefî Sentezi
Sonuç olarak dijital mülkiyet, insanın dünyayla, toplumla ve kendi benliğiyle kurduğu ilişkinin yeniden inşasıdır. O, mülkiyetin maddî varlıktan ayrılışını değil, mülkiyetin anlamca derinleşmesini temsil eder.
NFT, blok zinciri ve veri mülkiyeti, modern insanın kendini tanımlama biçimidir: “Sahip olduğum şey, kim olduğumu belirler.” Ancak dijital çağda bu ifade tersine dönmüştür: “Kim olduğum, sahip olduğum verilerle belirlenir.”
Binaenaleyh, dijital mülkiyetin geleceği, hukukun ve felsefenin ortak bir sorumluluğudur. Hukuk, dijitalleşmeyi yalnızca düzenlememeli; onun içinde insanı koruyacak etik alanı da yeniden yaratmalıdır.
Çünkü mülkiyet, ne kadar dijitalleşirse dijitalleşsin, özü itibarıyla insanî bir hak olarak kalmalıdır.
4.6. NORMATİF BÜTÜNLÜK VE DİJİTAL EGEMENLİK: TÜRK HUKUKU İÇİN SONUÇ VE ÖNERİLER
Dijitalleşme süreci, hukukun tarihsel yapısında yalnızca biçimsel bir değişim değil, aynı zamanda egemenliğin doğasına ilişkin paradigmatik bir dönüşüm yaratmıştır. Zira hukuk, klasik anlamda egemenliğin yazılı ifadesidir; egemenlik ise devletin, toplumsal düzen üzerindeki son otorite olma niteliğidir. Ancak dijital çağda, bu otorite artık yalnızca devletin tekelinde değildir. Blok zinciri sistemleri, merkezi olmayan yönetişim modelleri ve NFT temelli mülkiyet yapıları, egemenliğin temellerini ağ üzerinden paylaştırılmış otoriteler biçiminde yeniden şekillendirmiştir.
The Law of Blockchain kaynağında bu durum “distributed sovereignty” — yani dağıtılmış egemenlik — olarak tanımlanmıştır. Bu kavrama göre egemenlik, artık merkezî bir iradeye değil, sistemin doğrulama gücüne dayanır. Hukuk, bu yeni yapıda egemenliğin ifadesi olmaktan çıkarak, egemenliğin denetim mekanizmasına dönüşür. Bu nedenle Türk hukuk sisteminin karşı karşıya olduğu temel mesele, artık egemenliği korumak değil, dijital çağda egemenliği yeniden tanımlamaktır.
4.6.1. Dijital Mülkiyetin Hukukî Tanımı İçin Önerilen Kavramsal Çerçeve
Dijital mülkiyet, Türk hukuk sisteminde hâlihazırda açıkça tanımlanmamış bir olgudur. Ancak bu eksiklik, yalnızca teknik bir boşluk değil, aynı zamanda kavramsal bir belirsizliktir. Çünkü dijital mülkiyet, ne klasik anlamda bir “mal” ne de yalnızca bir “hak” olarak tanımlanabilir.
NFTs and Corporate Accounting kaynağında dijital mülkiyet “value stored in verifiable data structures” — yani doğrulanabilir veri yapılarında depolanan değer — biçiminde açıklanır. Bu tanım, mülkiyeti fiziksel hâkimiyetin değil, veri kontrolünün sonucu olarak yorumlar.
Bu çerçevede Türk hukuku açısından dijital mülkiyet, şu şekilde tanımlanabilir:
“Dijital mülkiyet, sahibine sistemsel erişim, kullanım, devretme ve ekonomik değer elde etme yetkisi sağlayan, değişmez ve doğrulanabilir veri bütünlüğüne sahip dijital varlıktır.”
Bu tanım, hem teknik gerçekliğe hem de hukukî kavramsallığa dayanır. Ayrıca mülkiyetin üç klasik unsurunu (zilyetlik, tasarruf, koruma) dijital bağlama taşır: zilyetlik artık erişim hakkı, tasarruf kodlanmış işlem yetkisi, koruma ise kriptografik güvenlik biçiminde tezahür eder.
Bu kavramsal çerçeve, Türk Medenî Hukuku’nun temel sistematiğini bozmadan, dijital mülkiyeti özerk fakat bütünleşik bir normatif alan olarak tanımlamayı mümkün kılar.
4.6.2. NFT, Akıllı Sözleşme ve Blok Zinciri Düzenlemelerinde Risk Temelli Esnek Model
Dijitalleşen hukuk alanı, geleneksel düzenleme mantığıyla yönetilemez. Zira teknoloji, sabit kurallardan çok uyarlanabilir ilkeler gerektirir. Bu bağlamda S3-DAO Rodrigues kaynağında önerilen “risk-based adaptive regulation” — yani risk temelli esnek düzenleme — modeli, Türk hukukunun dijital dönüşümü açısından en uygun çerçeveyi sunar.
Bu model, teknolojiyi baskılamak yerine yönlendirmeyi hedefler. Temel ilkesi, riskin niteliğine göre düzenleme derinliğinin değişmesidir. Düşük riskli dijital işlemler, genel ilkelere tâbi olurken; yüksek riskli finansal veya mülkiyet işlemleri için özel denetim mekanizmaları devreye girer.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu yaklaşımın, “technological proportionality” — yani teknolojik orantılılık — ilkesine dayandığı belirtilmiştir. Türk hukuk sisteminde bu ilkenin karşılığı, normatif eşitlik değil, risk eşitliğidir.
Dolayısıyla Türk hukukunda NFT, akıllı sözleşme ve blok zinciri uygulamaları için önerilebilecek düzenleme modeli, aşağıdaki üç katman üzerine kurulmalıdır:
Bu model, hukuk düzeninin dijital teknolojilerle çatışmadan, birlikte evrilmesini sağlar.
4.6.3. Hukuk Güvenliği, Kamu Yararı ve Dijital Özgürlük İlkeleri Arasında Yeni Denge
Dijitalleşmenin en büyük tehlikesi, özgürlük ile güvenlik arasındaki dengenin bozulmasıdır. Zira dijital sistemler, bireylere sınırsız özgürlük alanı sunarken, aynı zamanda görünmeyen denetim mekanizmaları yaratır.
The Law of Blockchain kaynağında bu olgu “transparent surveillance” — yani şeffaf gözetim — olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, hukuk güvenliğini görünürde artırır; çünkü her şey kayıt altındadır. Ancak bu kalıcılık, bireysel mahremiyetin fiilen ortadan kalkması anlamına gelir.
Türk hukuk sistemi açısından bu durum, kamu yararı ilkesi ile bireysel özgürlük arasındaki klasik dengeyi yeniden düşünmeyi zorunlu kılar. Çünkü dijitalleşme, artık kamu yararını teknik altyapının kontrolüne bağlar.
Bu bağlamda önerilebilecek normatif denge modeli şudur:
Bu çerçeve, Türk hukukunun hem bireyi hem devleti dijital çağda eşit sorumluluk taşıyan aktörler olarak konumlandırmasını sağlar.
4.6.4. Dijital Adaletin İnşasında Türk Hukukunun Özgün Katkı Potansiyeli
Türk hukuk sistemi, tarihsel olarak hem normatif kesinlik hem de hakkaniyet esnekliği arasında bir denge kurabilen nadir sistemlerden biridir. Bu özellik, dijital çağda önemli bir avantajdır. Çünkü blok zinciri sistemleri “mutlak doğruluk” üretirken, hukuk “bağlamsal adalet” yaratır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu fark, “contextual justice vs. algorithmic truth” ikiliğiyle açıklanmıştır. Dijital sistemler, hata kabul etmez; hukuk ise hatayı düzeltme sanatıdır. Bu nedenle Türk hukukunun özgün katkısı, dijital adaleti insan merkezli yorum ilkesiyle bütünleştirebilmesidir.
Türk hukuk geleneğinde “hakkaniyet” ilkesi, her zaman teknik doğrunun ötesine geçerek adaletin insani boyutunu korumuştur. Bu ilke, blok zinciri gibi mutlak sistemlerin yarattığı “soğuk doğruluk” ortamına ahlâkî ılıklık katabilecek bir normatif denge unsuru olarak yeniden yorumlanabilir.
Dolayısıyla Türk hukukunun dijitalleşme sürecine katkısı, teknolojiye yeni normlar kazandırmak değil, teknolojiye vicdan kazandırmak olmalıdır.
4.6.5. Sonuç Olarak: Türk Hukukunun Dijital Çağda Meşruiyetini Sürdürme İmkânı
Dijitalleşme, Türk hukuk sisteminin meşruiyet temellerini yeniden tanımlamaktadır. Artık hukuk, yalnızca norm koyan değil; normların teknik ortama tercümesini yöneten bir kurumdur. Bu yeni dönemde meşruiyet, yasama yetkisinden değil, normatif adaptasyon kapasitesinden doğar.
The Law of Blockchain kaynağında bu evre “post-legal legitimacy” — yani hukuk-sonrası meşruiyet — olarak tanımlanmıştır. Bu kavrama göre hukuk, artık dışsal otoriteyle değil, toplumsal güvenle meşrudur.
Türk hukukunun dijital çağda meşruiyetini sürdürebilmesi için üç temel stratejik adım önerilebilir:
Bu strateji, Türk hukukunun dijital çağda sadece uyum sağlayan değil, yön veren bir hukuk sistemi haline gelmesini mümkün kılar.
Ara Sonuç: Hukukun Dijital Egemenliğe Doğru Evrimi
Sonuç olarak, Türk hukukunun geleceği, dijital teknolojilere tepki göstermekle değil; onları normatif ilke düzeyinde özümsemekle belirlenir. Egemenlik artık veri, kod ve algoritmaların dünyasında yeniden inşa edilmektedir.
Bu nedenle hukuk, klasik egemenlik biçimini koruyarak değil; egemenliği dağıtarak bütünleştirmelidir. Türk hukuk sistemi, bu yeni dönemde insan iradesini teknik düzenin içinde yaşatabildiği ölçüde meşru kalacaktır.
Binaenaleyh, dijital çağın hukuk düzeni, “egemenin hukuku” değil; insan onuruna dayalı dijital ortaklık hukuku olmalıdır. Türk hukuku, bu yeni egemenlik modelinin merkezinde yer alabilecek tarihsel ve kavramsal donanıma sahiptir.
SONUÇ – GENEL DEĞERLENDİRME VE TÜRK HUKUKUNUN DİJİTAL ÇAĞA UYUM İMKÂNI
Dijitalleşme, yalnızca teknolojik bir evrim değildir; aynı zamanda hukukun kendisini tanımlama biçimini kökten dönüştüren tarihsel bir kopuştur. Bu kopuş, klasik normatif yapının sınırlarını aşan, otoriteyi yeniden tanımlayan, iradeyi teknik ortama çeviren ve mülkiyeti maddesizleştiren bir çağın kapılarını aralamıştır. Hukuk artık yalnızca insan iradesinin dışsal bir düzeni değil; veri, algoritma ve blok zinciri aracılığıyla kendi kendini icra eden bir sistemin parçasıdır.
The Law of Blockchain kaynağında belirtildiği gibi, dijital çağ, hukukun “ontolojik mekânını” değiştirmiştir: norm artık metinde değil, kodda; meşruiyet artık otoritede değil, mutabakatta; mülkiyet artık nesnede değil, veride vücut bulmaktadır. Bu dönüşüm, yalnızca teknik bir yenilik değil, hukuk tarihinin epistemolojik temellerine yöneltilmiş derin bir sorudur: “Hukuk, insan iradesinin ürünü olmaktan çıkarsa, adalet nerede aranacaktır?”
1. Dijitalleşme ve Hukukun Ontolojik Dönüşümü
Blok zinciri, akıllı sözleşmeler ve NFT’ler, hukukun gerçeklik anlayışını dönüştüren üç temel kavramsal ekseni temsil eder. Bu yapıların ortak özelliği, doğruluk ve güvenin artık dışsal otoriteyle değil, dağıtık sistemsel mutabakatla üretilmesidir.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “self-verifying normativity” — yani kendini doğrulayan normatiflik — olarak tanımlanmıştır. Buna göre dijital sistemler, hukukî doğruluğu dışsal bir denetim olmaksızın kendi içinde üretir. Böylece hukuk, dışsal bir kontrol düzeni olmaktan çıkarak, teknik bir kendilik sistemine dönüşür.
Bu olgu, Türk hukuk sisteminin klasik yapısı açısından iki yönlü bir sonuç doğurur. Bir yandan hukukî meşruiyetin artık “insan iradesi”yle değil, “sistem işleyişiyle” sağlanması, devlet merkezli egemenlik anlayışını zayıflatır. Öte yandan, hukukî güvenin algoritmik düzeyde yeniden üretilebilmesi, adaletin teknik araçlarla güçlendirilmesini mümkün kılar.
Bu nedenle dijitalleşme, Türk hukuk sistemi açısından bir tehdit değil, ontolojik yeniden yapılanma fırsatıdır.
2. Mülkiyetin Yeniden Tanımı: Maddesiz Egemenlik
Mülkiyet, hukukun varlık felsefesindeki en köklü kavramdır. Ancak dijital çağ, mülkiyeti doğadan ve maddeden koparmıştır. NFT’ler, NFTs and Corporate Accounting kaynağında ifade edildiği üzere, “ownership without possession” — zilyetsiz sahiplik — modelini hayata geçirmiştir.
Bu modelde mülkiyet, fiilî hâkimiyetten çok erişim hakkıyla tanımlanır. Zilyetlik, artık fiziksel temas değil, kriptografik kontrol anlamına gelir. Böylece Türk Medenî Hukuku’nun temel yapıtaşlarından biri olan “zilyetlik–mülkiyet ilişkisi”, dijital ortamda erişim–yetki ilişkisine dönüşmüştür.
Bu durum, mülkiyetin yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir kimlik formu haline geldiğini gösterir. NFT’ye sahip olmak, yalnızca bir varlığa sahip olmak değil, o varlığın dijital kimliğini taşımaktır. Dolayısıyla dijital mülkiyet, ekonomik bir hak olmaktan çok, ontolojik bir aidiyet biçimidir.
Türk hukuk sistemi, bu dönüşümü kabul ederek mülkiyet kavramını genişletmelidir: “mülkiyet hakkı” artık yalnızca eşya üzerinde değil, veri bütünlüğü üzerinde de tesis edilmelidir.
3. Akıllı Sözleşmeler ve İradenin Dijital Temsili
Hukukun en temel kavramlarından biri olan “irade beyanı”, dijital çağda yazılım koduna dönüşmüştür. Blockchain-Based Smart Contracts kaynağında akıllı sözleşmeler “autonomous legal codes” — yani özerk hukukî kodlar — olarak tanımlanmıştır. Bu yapı, sözleşme kavramını insan beyanından çıkararak, otomatik icra mekanizmasına taşır.
Ancak bu dönüşüm, yalnızca teknik değil, ahlâkî bir tartışmadır. Çünkü irade, yalnızca işlem üretmez; aynı zamanda sorumluluk doğurur. Akıllı sözleşmede hata veya adaletsizlik meydana geldiğinde, fail kimdir? Taraf mı, kodu yazan mı, sistemi işleten mi, yoksa sistemin kendisi mi?
The Law of Blockchain kaynağında bu problem “depersonalized liability” — yani kişisizleşmiş sorumluluk — olarak tanımlanmıştır. Türk Borçlar Hukuku’nun özünde yer alan kusur kavramı, bu bağlamda yetersiz hale gelir.
Türk hukukunun çözümü, akıllı sözleşmeleri “insan iradesini temsil eden araçlar” olarak yorumlamakta yatmaktadır. Yani kod, iradenin alternatifi değil; onun dijital suretidir. Hukukun görevi, iradeyi kodda değil, kodun arkasındaki insanda aramaktır.
4. Normatif Bütünlük: Klasik Hukuktan Dijital Dogmatiğe
Türk hukukunun en büyük meydan okuması, teknolojik değil, dogmatik düzeydedir. Çünkü dijitalleşme, yalnızca yeni normlar değil, yeni kavramsal ilişkiler yaratmaktadır.
The Law of Blockchain kaynağında bu olgu “fluid legal ontology” — yani akışkan hukukî ontoloji — olarak açıklanmıştır. Buna göre dijital çağda kavramlar sabit değil, duruma göre yeniden yapılandırılabilir niteliktedir.
Türk hukuk sistemi, katı normatif yapısını koruduğu sürece, dijitalleşmeye yalnızca tepki verebilir; onu yönlendiremez. Bu nedenle sistemin “kural merkezli” yapısı, yerini “ilke merkezli” bir yapıya bırakmalıdır.
Yeni dönemde hukuk, teknik değişimlere değil, ahlâkî ve mantıksal ilkelerine dayanarak sürekliliğini koruyabilir. Bu bağlamda dürüstlük, adalet, hakkaniyet ve güven ilkeleri, dijital çağda “meta-normlar” olarak yeniden tanımlanmalıdır.
5. Dijital Egemenlik ve Kamu Gücünün Dönüşümü
Egemenlik, hukukun meşruiyet kaynağıdır. Ancak dijital çağda egemenlik, devletin elinden kayıp gitmemekte; şekil değiştirerek dağılmaktadır.
Decentralized Finance ve CeFi vs. DeFi kaynaklarında bu durum “network governance” — yani ağ yönetişimi — olarak tanımlanmıştır. Bu modelde denetim, devletin değil, ağın kendisinin işleyişinde gerçekleşir.
Bu nedenle Türk hukuk sisteminin temel görevi, dijital egemenliği “devletin kaybı” olarak değil, hukukun genişlemesi olarak yorumlamaktır. Egemenlik artık yalnızca merkezî otoriteyle değil; veri, algoritma ve protokoller üzerindeki hukukî denetimle sağlanır.
Böylece hukuk, dijital egemenliği yeniden tanımlayarak, hem bireyin özgürlüğünü hem kamusal dengeyi koruyabilir.
6. Etik Boyut: İnsan Onuru ve Algoritmik Adalet
Teknolojinin hukukla buluştuğu her noktada, etik bir sınır belirleme sorumluluğu doğar. S3-DAO Rodrigues kaynağında bu durum “machine ethics dilemma” — yani makine etiği ikilemi — olarak adlandırılmıştır.
Dijital adalet sistemleri, insani kusurları ortadan kaldırırken, insani değerleri de silme tehlikesi taşır. Çünkü algoritma, doğruluk üretir ama merhamet bilmez. Oysa Türk hukuk sistemi, tarihsel olarak adaleti yalnızca normatif değil, ahlâkî bir ideal olarak da tanımlamıştır.
Bu nedenle Türk hukukunun dijitalleşme sürecinde en büyük sorumluluğu, adaletin insan merkezli niteliğini korumaktır. Hukukun amacı, teknik doğruluk değil; insan onuruna uygun doğruluk olmalıdır.
7. Türk Hukukunun Uyum Stratejisi: İlke Temelli, Risk Duyarlı, Etik Odaklı
Türk hukukunun dijital dönüşüm süreci, üç ana stratejik eksende yürütülmelidir:
Bu model, The Law of Blockchain ve Markets in Crypto-Assets kaynaklarında tanımlanan “adaptive sovereignty” — yani uyarlanabilir egemenlik — kavramına uygundur: egemenlik, artık sabit değil; koşullara göre şekil alabilir niteliktedir.
8. Türk Hukukunun Meşruiyetinin Dijital Çağda Yeniden Tesisi
Meşruiyet, hukukun varlık sebebidir. Dijital çağda meşruiyet, artık kuralın kaynağından değil, uygunluğundan doğmaktadır.
S3-DAO Rodrigues kaynağında bu olgu “performative legitimacy” — yani icra üzerinden meşruiyet — olarak adlandırılmıştır. Buna göre bir sistemin meşru kabul edilmesi için artık kimin koyduğu değil, nasıl işlediği önemlidir.
Türk hukuk sistemi, meşruiyeti sürdürmek istiyorsa, dijital çağın hızına ve şeffaflığına uyum sağlamak zorundadır. Bu, otoriteyi kaybetmek değil, otoriteyi işlevsel hale getirmek anlamına gelir.
Hukuk, artık yalnızca hüküm veren değil; veri, algoritma ve protokollerle birlikte hüküm üreten bir yapıya evrilmektedir.
9. Türk Hukukunun Dijital Geleceği İçin Normatif Öneriler
Dijital çağda hukukî reform, teknik düzenleme değil, kavramsal devrim anlamına gelir. Bu bağlamda Türk hukuku için şu normatif öneriler geliştirilebilir:
Bu öneriler, Türk hukukunun yalnızca uyum sağlayan değil, dijital hukuk alanında yön belirleyen bir sistem haline gelmesine katkı sunacaktır.
10. Genel Sonuç: Hukukun Dijital Çağdaki Varlık Biçimi
Son tahlilde dijital çağ, hukuku dönüştürmekle kalmamış; hukukun doğasını yeniden tanımlamıştır. Artık hukuk, kelimelerle değil, kodlarla; kâğıtla değil, veriyle; merkezle değil, ağla var olur.
Bu dönüşüm, Türk hukuk sistemi açısından bir kimlik krizinden ziyade, bir yeniden doğuş fırsatıdır. Çünkü hukuk, teknolojiyi içselleştirdiği ölçüde insanı koruyabilir.
Dijital mülkiyet, blok zinciri, NFT ve akıllı sözleşmeler — hepsi birer teknik araçtan öte — hukukun gelecekteki varlık biçimidir. Hukukun görevi, bu araçları kontrol etmek değil, onlara adalet kazandırmaktır.
Binaenaleyh, Türk hukukunun dijital çağa uyumu, teknik bir modernleşme değil; ahlâkî bir yeniden doğuş sürecidir. Bu yeniden doğuşun başarısı, kanunların hızında değil, ilkelerin derinliğinde aranmalıdır.